Oğlan izlediği belgeselden gözünü ayıramıyordu. Bariz bir şekilde anlatılanlar onu rahatsız etmişti. Suratındaki endişeyi okuyabiliyordum, tırnaklarıyla oturduğu koltuğun derisini soyuyordu. Öte yandan benim için ilgi çekici bir belgesel sayılmazdı. Şu sıralar insanlar olağan şeylere olağanüstü tepkiler vermeye başlamıştı. Vaktinde soykırımı destekleyenler şimdi eski liderlerine lanetler okuyordu. Tuhaftı gerçekten. Unutkan bir çağa denk gelmiştim. Ailem soykırım zamanında yaşayıp ölmüştü. Yeni doğanlar da barış zamanını bileceklerdi. İki tarafı da gören bizler en talihsizleriydik. Beş yıl geçmişti sadece, ancak insanların beş sene yaşlanması dışında her şey aynıydı.

 “Abla,” dedi. Onun sesiyle kendime geldim. “Sen hiç soykırım evlerine gittin mi?”

“Hayır, tabii ki,” dedim. “Kampta büyüdüm ben.”

Oğlan birden utandı. “Doğru ya, affedersin.”

“Gitmesem de biliyorum.” Kumandayla televizyonu kapattım. “Üstü yuvaysa altı mezardır o evlerin. Fiyatlarının epey altında satılması da bu yüzdendir. Kiracılar ölü kokusunu oda parfümleriyle bastırmaya çalışır, duvarları koyu renklere boyarlar, alt kata inen odalara kilit vururlar. Ancak nafile bir çabadır bu. Bizim gibilerin ruhları kuş olup uçmaz, kanatları bile yoktur, evlere hapsolurlar. Sürekli neden diye sorup dururlar, duvarlar konuşuyor zannedersin. Ayak sesleri gün boyunca kesilmez. Akşam olunca kafan yastığa değil de taşa değmiş gibi ağrır, o zaman daha fenadır. Ölüler üstüne çöker. Kokularına dayanmak imkansızdır, tüm gece çekersin o kokuyu. Bir de derinden inlemeleri yok mu öyle! Sabahları akşam olsun dersin, akşamları sabah… Hiç düşünmeden çekip gidersin, evden dışarı adımını attığında her şeyi unutuverirsin. Birkaç adım atınca buhar olup uçacak kadar değersizdir hepsi. Sanırım sadece evler hatırlıyor, başkasının mutsuzluğu üstüne kurulmuş mutluluğun bedeli olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.”

Oğlanın bu kadar korkacağını tahmin edememiştim. Beti benzi atmıştı, telaşla yerinden fırladı. “O… O sesleri ben de duyuyorum!” dedi.  “İnan bana, aşağıdan biri beni çağırıyor sanki, yardım istiyor. Sana ne zamandır söyleyecektim aslında… Bodrum katına iniyorum bazen ama kapıyı açmaya korkuyorum.”

“Aşağı mı iniyorsun?” Sesimin tonunu ayarlayamamıştım.

Oğlan, “Kızma hemen,” dedi. “Odanın kapısı kilitli olmasa sana söylerdim. Kapıyı ne kadar tıklatsam da duymuyorsun. Mecburen iniyorum.”

“Burası o evlerden değil. Boşuna korkutmuşsun kendini.”

Şaşırdı.  “Ama bodrum katını hep kilitliyorsun.”

“Bodrum katında fareler var. Evi satan emlakçı söylemişti, içeri girmesinler diye kilitliyorum. Senin duyduğun sesler onlar.”

“Evde hayalet yok mu yani?”

 “Hiç yok.” Güldüm. “Hayaletlerden mi korkuyorsun?”

Suratını astı. “Ben değil, annem korkardı.”

“Evde sadece sen, ben ve fareler var. Onlar da alt katta zaten.”

Televizyonu yeniden açmaya yeltendiğinde ona duvarda asılı duran saati gösterdim. Uykusu olmadığını söyledi, biraz mırın kırın etti ama sonunda beni ikna edemeyeceğini anlamış olacak ki odasına gitmeye razı oldu. Oğlan yukarı çıkınca ben de sütünü hazırlamak için mutfağa yöneldim. Sabaha kadar deliksiz uyuduğunu düşünüyordum. Kalkıp dolaşması beni huzursuz etmişti.

Saat ikiye kadar bekledim. Bu kez uyuduğundan emin olmak istiyordum. Odasının kapısını kilitlersem ve o bunu fark ederse aramızdaki güven bağı bozulurdu. Şimdilik kendi odamı ve aşağı katı kilitlemem yeterliydi.

İnerken duvarlara dokundum. Bodrumdaki fareler emlakçıların uydurduğu bir yalandan ibaretti. Evi satın aldığımda sahipleri öleli çok olmamıştı. Uzun süre yaşamışlardı burada. İlk iş eşyaların yerlerini değiştirmiştim. Duvarlardaki fotoğrafları atıp kabaran ve eskiyen duvar kağıtlarını sökmüştüm. Aile bahçe işlerine meraklıymış. Buraya geldiğimde bahçedeki süs havuzu temizdi, çimler yeni biçilmişti ve ailenin diktiği ağaç yan bahçeye sarkacak kadar büyümüştü.

Yani aile ölmüştü ölmesine ama izleri hala daha bu evdeydi.

Fareleri genelde bu saatlerde beslerdim. Akşamdan kalanları sefertasına koymuştum. Işıkları henüz açmak istemediğimden diğer elimde de fener tutuyordum. Aşağısı o kadar karanlık ve sessizdi ki korkmamak elde değildi. Adım seslerim ve nefes alışverişlerim duyuluyordu.  

Aşağıda iki kapı vardı. Bunlardan birini kiler olarak kullanıyordum. Sefertasını ve feneri yere koyup diğer kapıyı açmak için asıldım. İki kolumla bile zar zor açabildiğimden kilitlemeye gerek duymamıştım. Nefesimi tuttum, artık odada bir kişi nefes alıyordu. Işık düğmesine bastığımda etraf aydınladı.

İnsanların yuva dediği evleri soykırım evlerine çeviren işte bu odalardı. Evin eski sahipleri bizim gibiler için yerin altına bir zindan hazırlatmıştı. Demir parmaklıklar odayı bir çizgi gibi ikiye bölüyordu. Parmaklıkların ardında küçük bir tuvalet vardı. Tahta, ayaklarından biri düşmek üzere olan bir sandalye, aylar öncesinden kalma gazete kağıtları, yenilmiş konserveler… Havalandırma boşluğu bir insanın geçemeyeceği kadar dardı, ancak bir fare pek ala süzülüp kaçabilirdi.

Buraya ne zaman gelsem üzerime bir koku sinerdi. Gün boyunca da geçmezdi. Hakla haksızlık arasında kalmış bir koku… “Hemşire Hanım,” dedim. Sırtını duvara yaslamış, başını bacaklarının arasına gömmüştü. Suratıma bakmadı, beni fark etsin diye ışık düğmesine birkaç defa bastım. Sonunda dayanamadı. Ayağa kalkıp parmaklıklara yapıştı.

“Çıkaracak mısın beni buradan?”

Sefertasını parmaklıkların altındaki küçük boşluğa koydum. Hemşire Hanım onu almaya yanaşmadı. Belki de aç değildi. 

“Oğlum nasıl?” Elini uzatıp bana dokunmaya çalıştığında ondan uzaklaştım.   

“Sizin en sevdiğiniz yemekten yaptım. Oğlan öyle istedi. Ama siz yemiyorsunuz.”

Parmaklıklara vurdu. Bu sesi seviyordum. “Havalar soğumaya başladı. Üstünü kalın giyinmezse hasta olabilir. Daha önce zatürre geçirmişti.”

“Üst kat soğuk değil.”

“Sen yine de…”

Parmağımla sessiz olmasını işaret ettiğimde sustu. “Sabah yetimhaneden bir mektup aldım. Polisler evinizde arama yaparken kamptaki günlerinizden kalma bazı belgeler bulmuşlar. Sizinle geçmişteki husumetimi öğrenince de oğlunuzu evlat edinmem onları şüpheye düşürmüş. Oğlunuzun kaldığı yetimhanenin müdürüyle konuşmuşlar ve onlara bu konunun gizli kalması için para ödediğimi öğrenmişler. Polislerden yana başım ağrıyacak gibi. Bununla ilgileneceklerdir.”  

Umut ışığı yandı gözlerinde.  Aldırmadan devam ettim. “Dahası, oğlan geceleri aşağı iniyormuş. Akşam bodrum kapısına kadar indiğini ama kapıyı açamadığını anlattı. Siz de şaşırdınız, değil mi? Annesini bulmasına şu kadarcık kalmıştı. Neredeyse… Evin altında bizimle yaşadığınızı öğrenseydi ona ne olurdu, düşünebiliyor musunuz?”

Korktu. “O… O daha bir çocuk.”

“Kamptakiler de çocuktu. Sizin gözünüzde fareydi, gerçi. Öyle söylemiştiniz. Oğlan gerçeği öğrenmedi, içiniz rahat olsun. Yine de tedbiri elden bıraktığımı söylemem gerek.”

 “Öldürecek misin beni?” diye sordu, tereddütle.

Kendimi tutamayıp güldüm.  “Öyle mi anlaşıldım? Kusura bakmayın. Sizi bu eve hapsetmek istediğimi söylemiştim daha önce. Evlere hapsolan ruhlar ne tam olarak yaşayabilirler ne de ölüp kurtulabilirler. Arada kalmışlık diyelim. Oğlunuz benim yanımda, üst katta olduğu sürece siz onu bırakıp gidemeyeceksiniz. Artık devir değişti. Fareyi besleyen benim, fare sizsiniz.”          

Dizlerinin üstüne çöktü. “Özür dilerim,” dedi. “Eziyet ettim sana, ailene… O zaman doğru şeyi yaptığımı düşünüyordum. Bizimkiler arasında ağız birliği vardı. Öteki türlüsüne inanırsam kampta çalışamazdım. Sonradan… Savaş bitince anladım ama geç kalmıştım.”

“Hemşire Hanım sizinle bu konuşmayı her gün yapıyoruz. Asla affedilmemesi gereken hatalar vardır, sizinki de onlardan biri. Oğlunuz geceleri çığlıklarınıza uyanıyor çünkü insanlar sevdiklerinin acılarını yüreğinde hisseder. Ondandır ki ailem benim sesimi duyardı, ben de onlarınkini duydum. Düşünüyorum da… Sevdiğim insanları kaybettim. Unutkan bir toplumda, ikinci sınıf bir insan olarak, bedenimdeki işkence izleriyle yaşıyorum. Tüm bunlar için pişman mısınız? Sakın… Bu beni daha fazla sinirlendirir. Ailemin bir hiç uğruna öldüğü düşüncesi… Siz bunu anlayamazsınız. İşlediğiniz günahları dibe basmak yerine onları sahiplenmeyi deneyin. Kamptaki gibi davranabilirsiniz mesela. O halinizi seviyordum ben. Kibar konuşuyordunuz, suratınızda tatlı bir gülümseme ile hepimize şekerler dağıttınız. O yüzünüzü hafızama kazıdım ben. Vicdan azabı çektiğinize beni inandıramazsınız.”

Sustu. “Size senelerce işkence etsem yüreğim soğumaz zannediyordum,” dedim yumuşak bir sesle. “Ama şu halinize bir bakınca… Vurmak şöyle dursun, serçe parmağımla bile dokunmaktan iğreniyorum.”

“Bırak öyleyse,” diye bağırdı.

“Diğerleri gibi, değil mi? Siz nefes alırsanız, ben alamam. Hem oğlunuzla da iyi anlaşıyoruz, zamanı gelince ona annesinin nasıl bir insan olduğunu anlatacağım. İşte o zaman, sizi ben değil o kilitli tutacaktır.”

 “Sen… hastasın! Hasta!” Parmaklıklara vurmaya başladı. Öfkesi geçene kadar onu sakince izledim. Tükendiğinde geri çekildi.

“Kendinize geldiyseniz konumuza dönelim,” dedim. “Polisler evin içini aramak isterlerse size ulaşabilirler. İkinizi birden taşıyamayacağıma göre… Sizden bir mektup yazmanızı istiyorum.”

“Mektup mu?”

“Evet, şu sıralar soykırım destekçileri yurtdışına kaçıyor. Siz de kampta olanlardan dolayı pişman olduğunuzu ve yargılanmaktan korktuğunuz için yurtdışına kaçtığınızı yazacaksınız. Oğlunuzu da bana emanet ettiğinizi, elbette.” 

 “Bunu neden yapayım ki?”

“Çünkü öteki türlü tek seçeneğim kalıyor. Evi sizinle birlikte yakmak… Bu noktada oğlunuzu ne kadar sevdiğinizi göreceğiz. Ölüp kurtulabilirsiniz, o zaman oğlunuz benimle kalır. Ya da sözümü dinler, az önce dediklerinizi kağıda dökersiniz. Böylece üçümüz bu evde yaşamaya devam edebiliriz. Sonsuza dek… Kararı size bırakıyorum.”

Bir sessizlik oldu. “Düşündüğüm gibi,” dedim. “Siz oğlunuza kıyamazsınız. Bundan emin olmasam onu yanıma almazdım. Umarım mektubunuzda polislere karşı yeterince inandırıcı olabilirsiniz.  Söylememe gerek bile yok aslında ama eğer ki beni kandırmaya çalışırsanız sonuçları sizin açınızdan hiç iyi olmaz. Sizi tehdit etmiyorum, sadece kibar olmayan yüzümle tanışmanızı istemiyorum o kadar. İyice anladınız mı beni? Evet diyorsanız mektubu bu gece yazalım.”

Sabah saat sekize doğru oğlanla kahvaltı sofrasına oturduk. Hava yağmurluydu. Oğlan dışarıyı izliyordu. Bakışlarındaki bu hüznü kendimden biliyordum. Annesini özlüyordu. Üstüne fazla varmak istemesem de ona sorunun ne olduğunu sordum. Oğlan başta tereddüt etti, sonra bana hayaletlerden ve seslerden bahsetti. Belgesel onu sandığımdan çok etkilemişti.

 “Abla sürekli duyuyorum. Hiç susmuyorlar. Sesleri anneminkine benziyor, belki de benden yardım istiyordur. Olamaz mı?”

“Bence sen anneni özlediğin için böyle düşünüyorsun.”

“Bilmiyorum. Belki de…”

Ağlamaklı halini görünce, “Sana bir hediyem var,” dedim. “Bakalım, hatırlayabilecek misin?” Cebimdeki kolyeyi çıkardım.

Oğlan yerinden fırladı. “Annemin kolyesi o… İçinde ikimizin fotoğrafı var, nereden buldun?”

“Eski evinizden. Bulmam biraz zaman aldı gerçi. Temizletip sana vermeyi bekliyordum. Bugün şanslı günündesin.” Kolyeyi boynuna taktım. “Artık annen bizimle, bu evde olacak. Üçümüzün kalbi bu evde atacak… Harika, değil mi?”

Eli kolyeye gittiği sırada aşağıdan tıkırtılar duyuldu. Her sabah olduğu gibi… Tak, tak, tak!

“Ah, bir de şu fareler olmasa.”  

“Onlardan kurtulmanın bir yolu yok mu?”

“Var tabii,” dedim. “Zehirleyebiliriz.”

“Yazık olur ama.”

Vicdanlı çocuktu. İnsanlarla fareleri ayırt edebilecek yaşlara gelmemişti henüz. “Doğru, yazık olur,” dedim hafif bir tebessümle. “Sen hiç merak etme. Aşağıda onlar, yukarı gelemezler.”

Bir süre bakıştık, tıkırtılar hala devam ediyordu. “Sana söyleyeceklerim var,” dedim ciddileşerek. Oğlan dikkatini bana verdi. “Polisler annenin yurtdışına kaçtığını düşünüyor.”

 “Hayır,” diye itiraz etti hemen. “Beni bırakıp bir yere gitmez o.”

“Başı dertte olduğu için gitmiş olabilir. Onun peşinden gitmemizi ister misin?”

“Yurtdışına mı?” diye sordu, şaşırarak. Başımı salladım.

“Evi satabilirim. Seninle anneni ararız. Ya da bu evde yaşarız.”

Cevap vermesi tahmin ettiğimden kısa sürdü. “Bir yere gitmeyelim abla. Burada kalalım. Hem annem senin yanında olduğumu biliyor, döndüğü zaman kolay bulur beni.”

“Ama biliyorsun, eğer bu evde yaşayacaksak farelerin sesine alışmamız gerekecek.”

“Alışırız. Onlar da bizimle yaşasın.”

Ayağımı yere sertçe vurdum. O anlamadı tabii, ben yine vurdum. Ve yine…

Tak, tak, tak! Adaletin sesiydi bu.