“Nasıl ki bir bebek kolsuz doğabiliyorsa, bir başkası da merhametsiz ya da vicdan potansiyeli olmadan doğabilir. Kollarını bir kazada kaybeden adam bu eksikliğe kendini uyarlamak için büyük bir mücadele verir, ama kolsuz doğan bir kişi, sadece onu tuhaf bulan insanlar yüzünden acı çeker. Öteden beri kolsuz olduğu için eksikliğini çekmez.”

Cennetin Doğusu | John Steinbeck

1. Kısım

(Duru’dan)

Her zaman korkunç bir insandım. Fakat bunu hiçbir zaman gizlemedim. Bu açıdan dünyanın geri kalanından dürüst olduğumu söyleyebilirim. Kendime buzdan bir duvar örmedim. Alttan almadım, yoktan yere kibarlık etmedim. Vefa’yı korkunç kişiliğimle sevdim. İkizimi de… Yok etmek istedim.

Vefa kutudan çıkardığı kar küresini enikonu inceledikten sonra bana uzattı. Üstündeki tozu sildim, sağlam olduğuna emin olunca onu ait olduğu yere -aynamın önüne- koydum. Ne yazık ki alışkanlıklarına son derece bağlı bir insandım. Odamı eski haline getirene kadar Vefa ve arkadaşlarını canından bezdirmiştim. Yine de bana karşı sabırlı davranmışlardı.

Şu sıralar hasta gibiydim ama teşhisi koyamıyordum. Taşınma stresinden olabilirdi. Eski evimde bıraktıklarım bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Yeni olan her şeyi söküp atmak istiyordum. Kısa bir anlığına bakışlarım yatağımda oturan arkadaşıma kaydı.

“Doğum gününde yordum seni de. Gerçi takıntılarıma alıştın da… Ali’lerde güzel bir intiba bırakamadım. Arkamdan ne söylediler?”

“Ne dedikleri önemli değil,” dedi yumuşak bir tonlamayla. “Bizimkiler cana yakındır. Kısa zamanda kaynaşırsınız.”

Kaynaşmamıza gerek yoktu. Onu seveni ben de severdim. Sevecenlikle, “Umarım,” diye karşılık verdim ve çantamdan aldığım hediyeyi çıkardım. “Malum kişiyle ortak hediyemiz.” Vefa’nın geçenlerde beğendiği kol saatiydi. Ne zamandır para biriktiriyordu.

Saati alırken mahcup olduğunu görünce hediye ettiği gümüş bilekliği ona doğru salladım. “Nasıl beğendin mi? Sen de az para bayılmadın bunlara.”

“Evet, ama…” Sözünü kestim.

“Ama deme. Onunla aramızdaki tek bağ bu bileklikler.”

Vefa konuşup konuşmamak arasında kararsız kaldı. “İkizler arasında özel bir bağ vardır derler. Cemre’nin seni sevdiğine…”

İkinci defa sözünü kesmek zorunda kaldım. “Aramızdaki mesele bundan daha derin. O yüzden başka şeyler konuşalım.” Kol saatini işaret ettim. “Ses kaydı da alıyor, aklında bulunsun. Ne işine yarar bilmem gerçi.”

Şaşırdı. “Nereden?” Yanına oturdum ve sol bileğinden tutarak kendime çektim. “Kullanım kılavuzunu okudum. Şuna basılı tutup bırakacaksın. Durdurmak için de iki kere basman yeterli. Otomatik kendi hafızasına atıyor.”

Telefonu titrediğinde ayaklandı. Birden heyecanlanmıştı. Odanın etrafında dört dönerken onu gözlerimle takip ettim. “Hazal mı?” diye sordum kuşkuyla.

Başını evet manasında salladı. “Akşamki konsere gelecek misin diye soruyor.”

Kaşlarımı çattım. “Ona neymiş ki?”

“Duru,” dedi yatağımın başucuna oturunca. “Hazal’a açılacağım bu akşam.”

Fikrini neden değiştirdiğini anlamamıştım. “Emin misin?” diye sorduğumda beni duymadı. Sanki başka bir âlemdeydi.

“Ali cesaret verdi bana. Bugün söyleyeceğim.”

Kendimi tutamadım. “İyi halt etmiş.”

“Efendim?”

Öfkemi yutarak, “Yani,” dedim. “Hazal boşta değildir belki.”

“Sevgilisi mi var?”

“Şüphelendiğim bir durum var. Belki benim kötü niyetimdendir.” Dilimi ısırdım. “Neyse ne, git açıl madem. En azından bu belirsizlikten kurtulursun.”

Hüzün çöktü gözlerine. “Ya hayır derse?”

“Ucunda ölüm yok ya.”

“Ali de öyle dedi.”

“Evet… Ondan alıntı yaptım zaten.” Şöylece bir süzdüm onu. “Sonucunu göze alıyorsan bir an bile tereddüt etme bence.”

Hazal’ın onu kullandığını herkes biliyordu. Bir tek Vefa… Yine de sınıfça ağız birliği etmişiz gibi bu konuda tek laf etmiyorduk. Sanırım yarın arkadaşımı teselli etmem gerekecekti.

“Öğlen denize açılacağız,” dedi. “Sen de gelir misin?”

Başımı hayır manasında salladım. “Hiç halim yok. Akşam konserde görüşürüz.”

Vefa kapıdan çıkıp gitmeden önce son bir kez baktı yüzüme. Heyecanlı ve gergin hali, titrek tebessümü… Bu gülümsemenin hafızama kazınacağını nereden bilebilirdim ki? Vefa gidince arkasından öylece baktım. Çoktan pişman olmuştum.

2. Kısım

(Cemre’den)

Kulaklığımı takarak yatağa sırt üstü uzandım. Bunlar günün en güzel saatleriydi. Gün ışığı odama vuruyordu. Kahvaltı ve öğle arası, kendimi arayıp bulma yolculuğumdu. Amy Winehouse dinlerken bir kez daha Berk’e olan bağlılığımın sebebini sorguluyordum. İlişkimiz iç içe geçmiş düğümlerden ibaretti. Önce bunları çözmem gerekiyordu.  

Tanıştığımız gün bana annesinden kalan tek hatırayı hediye etmişti. İlişkimizdeki en sıkı düğümdü bu. Çektiğim acıyı görmüştü. Birini sırf bunun için bile sevemez miydim? Değerli bir eşyasını gözden çıkarabildiği için değil, beni fark ettiği için… Yoksa öylesine yapılmış jestlerin hiçbir değeri yoktu gözümde.

Tabiatım gereği bencildim. Sımsıkı sarardım sevdiklerimi, hastalanıp güçten düştüklerinde bile onları bırakmazdım. Boğulurken bana uzatılan ilk eli dibe çekerdim. Herhalde çocukken sınırıma ulaşmış ve kendime dair önemli bir şeyi yitirivermiştim. Şimdilerde öylesine sönüktü ki ışığım, elim kanasa insanlara göstermek zorunda kalırdım. Kanadığını görünce şaşırırlardı. Gülünç… Berk’in bile tereddüt ettiği anlar olurdu. 

İyice birbirimizden uzaklaşmıştık son günlerde. Bana çocukluk yaralarımı unutturan sevgilimin açtığı yaraları görmezden gelemezdim artık. Beni sevmek için tek bir sebep sayabilir miydi?  Hangimiz bitirecekti? Tam bir muamma… Ne tüketebiliyordum onu ne de kendim tükeniyordum. Hatıraların içinde sıkışıp kalmıştım. 

Birini sevmek insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük… Hep buna inanırdım. Çok sevmenin iyileştirdiği yalanına da kanmazdım. İçten içe mahvolma arzusu içindeydim. Çünkü ruhum acıdan sızladıkça insan olduğumu anımsıyordum.

Telefonum titrediğinde kulaklığımı çıkardım ve yataktan doğruldum. Duru’dan bir mesaj almıştım.

Duru 11/A: Konser havamda değilim hiç. Vefa’ya göz kulak olur musun?

Vefa’nın etrafımızda dolaşmasından rahatsızdım. Hafif saf olduğundan bizimkiler onu suiistimal etmekten çekinmiyordu. Sınıftakilerin arkasından neler dediğini bir duysaydı… Yine de beni ilgilendirmiyordu. Vefa saftı ama masum değildi. Bizimle takılmasının elbet bir sebebi vardı.

Cemre 11/A: İstediğin buysa tabii ki.

Mesajımı görmesine rağmen cevap vermemişti. Belli ki canı sıkkındı. Gözüm saate çarptığında çoktan öğlen olduğunu fark ettim. Üstümü değiştirdikten sonra deniz eşyalarını bir çantaya tıktım. Aşağı indiğimde Berk, merdivenlerin başında teyzemle sohbet ediyordu. Daha doğrusu, babasını çekiştiriyorlardı.

Beni fark etti. “Sevgilim,” dedi alaylı bir tonlamayla. “Yine erkencisin.”

Sürekli böyle davrandığı için onu alttan almaya alışmıştım. Teyzemle vedalaşıp yürümeye başladığımda arkamda kaldı.

“Bilmem farkında mısın, hayatım seni beklemekle geçti.”

Omzumun üstünden ona baktım. “Yoksa beni beklemekten daha önemli bir işin mi var?”

“Asla.” Berk önce davranarak kapımı açtı. Huzursuz oldum. Arabayı çalıştırıp gidene kadar onu ve hareketlerini öyle detaylı inceledim ki dışarıdan gören biri beni ruh hastası sanardı.    

“Sabah neler yaptın?” Ses tonum fazla sert çıkmıştı. Gözünü yoldan ayırdı.

“Dolaştım dışarıda,” dedi şaşkınlıkla. “Neden soruyorsun?”

“Hazal’la mı karşılaştın?”

Güldü ama şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. “Nereden anladın?”

“Hazal’ın parfümü bu.” Bana geri soru sormaları yüzünden yay gibi gerilmiştim.

“Sabah tesadüfen karşılaştık, ben de evine bıraktım.”

“Bir dahakine söyle, koltuğun ayarlarıyla oynamasın.”

Alaycı bir bakış atarak, “Polisiye dizilere mi merak sardın bu aralar?” diye sordu. “Dedektif gibisin.”

İkna olmuş sayılmazdım. Hafiften tebessüm ettim. “Ya, evet.”

Berk keyfimin yerinde olduğuna karar vermiş olacak ki, direksiyonu sıkan parmakları gevşedi. Radyoyu açtım ve yol boyunca düşünmemek için şarkıya eşlik ettim. Gözümün önünde beni aldatmasının imkânı yoktu. Aptal değildim, anlardım. Hem nereden çıkmıştı bu?

Marinaya geldiğimizde arabadan indim. Berk çaktırmadan biriyle yazışıp telefonu cebine koymuştu. Halindeki tedirginliği fark ettiğim için camına vurdum ve inmesini işaret ettim. Girişte Ege karşıladı bizi. Nedense gözüm Hazal’ı arıyordu ama gereksiz bir kuruntuydu bu. Sabah buluştuklarını inkâr etmemişti ki.

Tekneye doğru yürüdüğümüz sırada Ege, “Neyin var?” diye sordu. “Berk’le kavga mı ettiniz gene?”

Berk kolunu omzuma atarak beni kendine doğru çekti. “Sevgilim kafasında kuruyor. Çok kıskanç.”

“Bu aralar keyifsizim sadece,” dedim sakince. Ege bakışlarını benden kaçırdı. Nasıl da tatsız bir gündü. Zorla uyandırılmışım gibi…

Çağrı ve Hazal teknede bizi bekliyorlardı. Üstüme yapışan gerginliğini attıktan sonra suratıma bir tebessüm yerleştirdim ve ruh halimi onlara yansıtmamaya çalıştım. Zaten neden kafam bu kadar karışıktı anlamıyordum. Ortada bir şey yoktu. Kuruntu… Boş bir kuruntuydu sadece.

Açıldığımızda deniz havası yüzüme çarptı. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Birdenbire kendimi eski evimin bahçesinde, kardeşimle oynarken buldum. Vefa’nın aldığı bilekliği dün okuduğum kitabın üstüne koymuştum. Şimdi uzansam alacak gibiydim. Ama odamda değildim.

Gözlerimi araladığımda Hazal’ı fark ettim. Uzanmış güneşleniyordu. Diğerleri de teknenin başka bir yerinde kendi hallerinde takılıyorlardı. Hazal kafasını kaldırıp bana baktı.

“Ne oldu?”

Tekrardan denize doğru döndüm. Onunla tek kelime konuşmak istemiyordum. “Hiç.”

Güldü. “Var işte bir şey. Berk de az önce mesaj attı bana. Tam anlamadım bile ne dediğini… Kıskançlık mı yapıyorsun? Böyle davranmaya devam edersen ondan ayrılmaya çalıştığını düşünecek.”

“Kıskançlık değil.” Sakindim ve nedenini çözemiyordum. İpin ucunu tutunca gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. “Hisler değişebilir. Eskiden olsa Berk’i çok sevdiğimi ve ona koşulsuz güvendiğimi söylerdim. Şu an bunu söyleyemem. Artık sadece seviyorum.”

“Kafanda bitirmişsin öyleyse. Doğru mu anladım?” İçten içe keyiflendiğini sezebiliyordum. Dudağının ucunda hafif bir tebessüm belirmişti.

Ne kadar aptaldım! İnsanları okumakta başarısız kalmıştım. Fazla taviz vermiştim. Ciddiye alınmamayı hak ediyordum. Onlara güvendiğim için tek suç benimdi. Zaten insanın doğası hainlik etmek değil miydi? Hem de gözlerinin içine baka baka…

Tam bir şey diyecektim ki, yükselen müziğin sesi dikkatimi dağıttı. Bize doğru yaklaşan bir balıkçı gemisiydi ve sanırım kutlama yapıyorlardı. Berk’in ardından Ege ve Çağrı kamaradan çıktı. Teknenin kaptanı tekneyle onların önünü kesmişti. Epey yaklaşmıştık, ani bir çarpmada balıkçı teknesi alabora olurdu.  

İyice yaklaşınca, “Yavaş,” diye bağırdı içlerinden biri. “Üstümüze mi çıkacaksınız?” Aşağı yukarı bizim yaşlarımızdaydılar. Yüzlerini tam seçememiştim.

Bizimkilerle ağız dalaşına girecek gibi olduklarında Hazal’a kısa bir bakış attım. “Ben yüzeceğim. Geliyor musun?” Bana katılmadı ve güneşlenmeye devam etti. Canıma minnetti.  

Denize atladım ve dalabileceğim kadar derinlere daldım. Tuzlu suyu oldum olası severdim. Dilimde bıraktığı acı tadı da… Beni alıp başka dünyalara götürürdü.   

Sudan çıktığımda gün ışığı gözlerimi yaktı. Yüzüme yapışan saçları geriye doğru attım. İlk başta fazla açıldığımı sandım ama görüş açım netleşince fark ettim ki bizim tekne burada değildi.  

Korkunç… O anki panikle, ne yapacağımı bilemedim. Balıkçı teknesi hala duruyordu. Yanlarına yaklaştığımda tanıdık bir yüz seçtim. “Cemre,” diye bağırdı, Vefa.  O da en az benim kadar şaşkındı.

“Berk’ler nerede?” diye sorduğumda yanındaki arkadaşları gülüştü.

“Gittiler ama bizimle limana dönebilirsin.”  

Bundan kötüsü olamazdı. Denizin ortasında düpedüz terk edilmiştim. Hangisine daha çok sinirleneceğimi artık kestiremiyordum.

Tekneye çıktığımda Vefa’nın arkadaşlarından -kısa saçlı, esmer kız- bana havlu uzattı. Süslemelere gözüm takıldı. Sahi bugün onun doğum günüydü. 

“Duru da gelecekti aslında ama kendini iyi hissetmiyormuş.” Vefa öfkemi başka bir şeye yormuştu.  

“İyi ki gelmemiş,” dedim suratımı asarak. “Bir de onunla uğraşamazdım.”

Mümkün olduğunca kibar davranmaya çalışıyordum ama bu halim bile yeterince soğuktu. O kadar kötü bir gün geçiriyordum ki karşıma çıkan herhangi birine saldırmaya hazırdım.

“Pastadan kaldı biraz.” Bana tabak hazırlamaya niyetlendiğinde kesin bir dille reddettim.

“Hayır. Kalsın.”  

“Olur mu? Hemen…”

“İstemiyorum dedim ya.” Vefa bu tavrıma zaten alışkındı. Fakat arkadaşı -esmer, uzun boylu çocuk- bana tepki gösterdi. Hakkı da vardı.

“Bu öfkeni seni denizin ortasında terk edip giden sevgiline sakla bence. Biz sadece yardım etmeye çalışıyoruz.”

“Efendim?” diye karşılık verdiğimde, geri adım atmadı.

“Sesinin tonuna dikkat et diyorum. Gayet anlaşılır. Tabii, az önceki tekneden sonra zor gelmiştir buralara düşmek.” 

Vefa’yla benzer çizgiler vardı yüzünde. Ama daha agresifti, onun aksine iyi gözükmeye de çalışmıyordu. “Çölyak hastasıyım,” dedim sakince. “Glütenli yiyecekleri tüketemiyorum. Teklifinizi bu yüzden geri çevirdim. Kaba davrandıysam özür dilerim.”

Bu konuyu uzun uzadıya tartışacak değildim. Vefa’nın telefonundan teyzemi aradım ve onu durumdan haberdar ettim. Limana beni almaya gelecekti. Eve Berk’le dönecek halim yoktu tabii ki.

İşim bitince düşüncelerim üstüme yük gibi bindi. Kolumu demirliklere yaslayarak git gide yaklaşan şehri seyrettim. Rüzgâr suratıma tokat gibi çarpıyordu ve bazı gerçeklerin kulağıma fısıldandığını duyuyordum. Aldatılmış, terk edilmiştim. Her seferinde acımasızca yüzleşmek zorundaydım bununla.  Merak ediyordum. Ne zaman vazgeçmişti benden? Sevildiğimi sanmak benim aptallığımdı.

“Abarttım mı biraz?” Bakışlarımı Vefa’nın arkadaşına doğru çevirdim. “Ali ben,” diye tanıttı kendini. “Sana karşı önyargılı davrandıysam kusura bakma. Vefa’dan hoşlanmadığını düşündüm nedense.”

“İnsanların benim hakkımdaki fikirlerini umursamam. Ama arkadaşın konusunda haksız sayılmazsın.” Vefa’nın her şeyden bihaber halini küçümsemiştim. Aslında çevrendekilere koşulsuz güvenmek de bir nevi kibirmiş.

Ali, “Neden?” diye sorduğunda belli belirsiz tebessüm ettim.  

“Bir sırrımı biliyor çünkü. Zayıf noktamı… Bu beni huzursuz ediyor.” İç çektim. “Yani benim tuhaflığımdan…”

Bakışları yumuşadı. “Duygularını içine atan bir insansın değil mi?”

“Öyle sanırım.”

Limana iyice yaklaştığımızda tekneyi görebilmiştim nihayet. Berk’le edeceğimiz kavgayı, bana kendini affettirişini, tüm bunları şimdiden öngörebiliyordum. Ve o kadar yorulmuştum ki… Kendimi denize atıp insanlara unutturmak istiyordum.

Çocukken babam, “Başına gelenler için beni suçlama,” derdi. “Bunu kendine sen yaptın.”

3. Kısım

Dokuzuncu sınıfın yazında teyzemden bir telefon almıştım. Teyzem, dilersem kardeşimle aynı okula gidebileceğimi, bunun için bana burs vereceğini söylemişti. Beklemediğim bir teklifti bu. Zaten babam da hoş karşılamamıştı. Teklifini geri çevirdiğimde -akşamında- kardeşimden bir mesaj aldım. Seneler sonra bana bir şekilde ulaşmıştı. Ona özgü bir soğuklukta…  Seni yanımda görmek istiyorum. Tek söylediği buydu. Hayatına dahil olmak niyetinde değildim. Sadece uzaktan şöylece bir bakmak istemiştim. Nihayetinde koleje kayıt oldum.

Yatağıma uzanmış kitap okurken bir anda kendimi ona peşi sıra mesajlar atarken buldum.

Duru 11/A: Ne yaptın? Vefa’yı uğurlayalı oldu baya. Heyecandan koşa koşa gitti yazık. Hata yaptığının farkında değil henüz. Acınası değil mi? Sakın beni yargılama. Duygularımı senin kadar bastırmıyorum en azından. Berk’ten ayrılacak mısın? İlk başta deniz meselesi komik geldi ama sonradan endişelenmeden edemedim. Anneme benzeyen taraflarından olsa gerek… Bırakıp gidecekmişsin gibi geliyor. İçim ürperiyor böyle zamanlarda.

Dakikalar içinde cevap geldi.  

Cemre 11/A: Vefa yanımızda. Sana selam söylüyor.

Böyle yapacağını biliyordum. Sinirden dudağımı kemirdim.

Duru 11/A: Beni geçiştirme artık.Annemi babama yenildiği için hor görmedik mi seninle? Hisleri aşağılık, ruhu da zayıf ve itaatkârdı. Şimdilerde onun yansımasını görüyorum gözlerinde. Berk’ten ayrılman gerek… Yapabildiğin en iyi şey sevdiklerini bırakıp gitmek değil mi zaten?

Cemre 11/A: Şunu söylemesen olmaz… Beni dert etme. Henüz kendisi farkında olmasa da çoktan ayrıldım ondan. Sebebini biliyorsun. Az önce Vefa bana Hazal’ın erkek arkadaşı olup olmadığını sordu.

Duru 11/A: Kendi kendine anlamanı bekledim sadece. Doğrusu bu. Başkalarının bizi sevmesine muhtaç değiliz. Çünkü annem gibi değiliz. Acımızı gizleyerek de yaşamaya devam edebiliriz.

Cemre 11/A: Öyleyse sorun yok.

Cennetin Doğusu’nu bitirdiğimde nereden baksan iki saat geçmişti. Kapağındaki ağacı bir kâğıda çizip sayfaların arasına koydum. Kabil ve Habil referansını oldum olası severdim. Bu kitapta kendime dair keşfettiklerim canımı sıkmıştı. Kusurlu ve eksiktim. Bu yüzden sayfaları bir daha karıştırma cesareti bulacağımı hiç sanmıyordum.

Başımı yastığa koyduğumda kaslarım gevşedi ve aklımdaki düşünceler düğümlenip birbirine geçtikçe neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edemez hale geldim. Tam kendimi uykuya bırakacaktım ki, telefonumun çalmasıyla yerimden sıçradım. Çağrı arıyordu.

“Gelmeyecek misin?” diye sordu. Normalde öfkeli olan sesi benimle konuşurken yumuşaktı.  

Yataktan doğrulup sırtımı duvara yasladım. “Neden soruyorsun?”

“Kalabalıkta gözüm seni arıyor.”

Çağrı duygularını saklayabilen biri değildi. Benimle hep lafı dolandırmadan konuşurdu. Birkaç saniye duraksadıktan sonra, “Keyfim yok,” diye karşılık verdim. “Üstelik gelsem bile sizinle takılmam.”

Bir şey diyecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. “Yine de bekliyorum seni. Haberin olsun.”  

Telefonu sessize aldıktan sonra yatağa uzandım. Yastığım yumuşak ve soğuktu. Bu kez uykuya dalmakta herhangi bir sorun yaşamadım. Rüyamda eski evimin bahçesinde kardeşlerimle oyun oynuyorduk. Rüyalarım her zaman detaylı olurdu ve tuhaf bir şekilde bilincim kısmen yerindeydi.

Çocukken bilmece oynamayı severdik. Evin içine bazı notlar saklardım. Cemre de onları bularak hazırladığım bilmeceyi çözmeye çalışırdı. Başlarda basit bir oyundu bu. Zamanla ustalaşmış ve en sonunda işleri komplike bir hale getirmeyi başarmıştım. İkimizin de hafızası olağanüstü derecede iyiydi. Bu da oyunlarımızı -çocuk işi- olmaktan çıkarıyordu.

Rüyamda bu tarz oyunlardan birini oynuyorduk. İlk kâğıdı bulmuş ve bana göstermişti. Onun arkasından gidiyordum. Cemre yürümeye devam etti ve süs havuzunun önüne geldi. Malum olaydan sonra yıktırdığımız havuza… İçindeki kirli su birikintisinde kendi yansımamı gördüm. Bozuk ve şekilsiz.

“Dur,” dedim, sanki bu mümkünmüş gibi. Cemre suyun içine elini daldırdı ve kupkuru olan kâğıdı bana uzattı. “Buldum.”

Uyandığımda terden sırılsıklam olmuştum. Hava çoktan kararmıştı. Saate bakmak için telefonumu aldığımda cevapsız çağrılar beni dehşete düşürdü. Vefa’dan, Cemre’den… Mesaj da atmışlardı.

Vefa -benim iyi yürekli arkadaşım- Hazal’ı taciz mi etmişti? Üst üste gelen mesajları okurken elim ayağım buz kesti. İlk tepkim tüm bunların yalan olduğuydu ancak sınıf grubundakiler de aynı şeyden bahsediyordu. Hep bir ağızdan… Onu görmüşlerdi. 

Gözüm karardı ve kendimi toparlayıp ayağa kalkmam zaman aldı. Telefon elimdeyken Çağrı aradı beni. “Duru…” dedi öfkeli bir sesle. “Çabuk okula gel.”

Kalbim durdu sandım. “Anlatılanlar doğru mu?” diye sorduğumda hattın ucunda bir sessizlik oldu. Gözlerimi yumdum. “Geliyorum.”

Zaten iyi insan diye bir şey yoktur değil mi?