“Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”

Sırça Fanus | Sylvia Plath

1. Kısım

Ağlamadım, ağlamam. Bizim gibiler tek damla gözyaşı dökmez, cenazede baş sağlığı dilemezler. O bilindik, acınası rolü oynamaktan acizdirler.

Eski dostumun öldüğü sabah aklımdan geçenleri gayet net hatırlıyorum. Uyandığımda saat dokuzu gösteriyordu. Pazar sabahı… Babam evde olmadığı için tek yumurta kırmıştım. Ekmekler bayattı ama kızartsam yeterdi. Bir de onun için mahallenin aşağısındaki bakkala gidemezdim. Sahi, saat kaçta açılıyordu? Belki pazarları tatil yapıyordu. Gidip sormak başlı başına bir işkenceydi. İyisi mi buzdolabındakilerle idare etmekti.

Ali’ler günün devamında kapımı çaldılar. Bana baktılar, herhalde beni başka türlü görmeyi bekliyorlardı. Dağılmış ve üzgün. Evin içinde televizyondan gelen kahkaha sesleri yankılanıyordu. “Cenaze…” diyecek oldu Sinan, Vefa’nın arkadaşlarından biriydi o da, sözünün devamını getirmeden kapıyı yüzlerine kapattım. Yine de gitmediler. Pencereye çıktım bu sefer. Tane tane açıkladım.

“Üzüldüğümü mü sanıyorsunuz? Aksine başına gelenleri hak etti. Her suçun bir cezası vardır. İstese kötülük yapmamayı seçebilirdi. İyi bir insan olduğunu sanıyordum… Zayıf karakterliymiş demek ki, reddedilmeyi kaldıramadı. Cenazesine mi katılacağım? Onun gibiler ölmeli zaten.”

Sözlerimde haklılık payı vardı. Kızdılar, fakat tek söz etmeden çekip gittiler. Odama geçip yeni bir diziye başladım. Devamı da geldi ve bu rutin bende bağımlılık halini aldı. Kötü bir huyumdu bu. Hayat anlamsız ve boş geldiğinde bir diziye ve karaktere saplanıp kalırdım. Onun kıyafetini giyerdim. Onunla acı çekerdim. Tüm yazı bu şekilde geçirdim. Cemre babamın olmadığı zamanlarda beni görmeye geldi. Aramız fena sayılmazdı. Hiç değilse bana ablalık yapmak için bir bahanesi vardı artık.

Eylül ayı gelince okullar her şeye rağmen açıldı. Eski dostumu anmak için kısa bir konuşma yapmakla yetineceklerdi. Malum günden sonra okul bahçesinde yürürken karnımın kasıldığını, bacaklarımın tutmadığını hissettim. Adım atmak bile işkenceydi. Olduğum yerde kalakalmıştım.

“Duru…” Çağrı bana yardımcı olmak için koluma girdi ama kendimi ondan uzaklaştırdım. Diğerleri de arkasından geldi.

Halleri bir tuhaftı. Hazal sandığımdan hızlı toparlamıştı ama bunun için ona laf edecek değildim. Sonuçta masum olmasa da mağdurdu.

“İyiyim ben, neyse…” dedikten sonra yürümeye başladım ve tören öncesi kalabalığın arasına karıştım. Kenan Bey -Berk’in babası, aynı zamanda okulumuzun sahibi- konuşma yapacaktı. Samimiyetsiz bir ortamdı bu. Beni yanı çağırttığında ne diyeceğini az çok kestirebilmiştim. Eski dostumun anısına törenden önce kısa bir konuşma yapmamı rica etmişti.

Net bir şekilde bunu asla istemediğimi dile getirsem de beni dinlemedi. Nihayetinde pazartesi sabahı, herkes yargılayıcı gözlerle bana bakarken cenazesine bile gitmediğim arkadaşımı övmek zorunda bırakıldım.

Alenen yalan söylemekte başarılı sayılırdım. Yine de hoş değildi hani… “Çok çalışkan, dürüst bir insandı. Kendisini çok severdim… Kaybı hepimizi çok üzdü falan…” Kalabalığın önüne bırakıldığım için herkes onun yerine beni koymuştu. Dayanamadım ve en sonunda, “Ama,” diye parantez açtım. “Şu durumda ona üzülmemizin hiçbir mantığı yok çünkü…”

Girişte bize doğru gelen üç öğrenciyi görmemle mikrofonu elimden bırakmam bir oldu. Cızırtı sesi bahçede yankılanmıştı fakat umurumda değildi. Ali mikrofonu elimden kaptığında tepki veremedim. Kalabalığa doğru, meydan okurcasına, “Vefa için buradayız,” dedi. Tek açıklaması buydu. Ne arkadaşını savundu ne de aksine bir şey söyledi. Artık kalabalığın radarında olmadığım için rahatlamıştım.

Sınıftakilerin arasına karıştım. Hep bir ağızdan konuştukları için ne dedikleri anlaşılmıyordu. Fena bir ağrı saplanmıştı başıma. Berk’ler suspus olmuş, öfke ve şaşkınlıkla yeni gelen öğrencilere bakıyorlardı.

Hazal beni fark edince hışımla yanımda bitti. “Sen biliyor muydun?” diye sordu, kolumdan tutup çekiştirerek. Aklınca üstünlük kurmaya çalışıyordu. Fakat ne sözlerinden ne de bana temas etmesinden zerre etkilenmemiştim. Boş boş baktım yüzüne.

“Yok canım, nereden bileyim?” Gülümsedim. “Gerçi… O tarz bir şey kulağıma çalınmıştı. Mahalledekiler babama söylemişler. Üçü de bursluluk sınavından tam puan almış. Ama buraya gelecekleri aklımın ucundan bile geçmedi. Gidip soracak halim de yoktu.”

“Yalan söylüyorsun! Vefa’nın arkadaşı değil misin sen?” Hazal kuvvetlice sarstı beni, bıraksan paralayacaktı. “Cevap versene. Ne tür bir oyun bu?”

Cemre araya girip onu -nazikçe- geri ittiğinde bunu hiç beklemediği belliydi. Yalpaladı ve dengesini kurunca şaşkınlıkla baktı. Az önceki hareketine rağmen Cemre oldukça sakindi. Hani kavga çıkarmaya değil de barıştırmaya çalışıyormuş gibi… Kötü bir huyuydu bu. Fiziksel temastan mümkün olduğunca kaçınırdı. Çünkü kendini kaybettiğinde sınırı aşmaktan çekinmezdi.

Zaten başımıza ne geldiyse bizim sınırı aşmalarımızdan gelmişti.

Ege daha ılımlı yaklaşarak, “Tam puan almaları mümkün mü?” diye sordu. “Vefa zekiydi falan ama… Bunlar da mı değeri bilinmemiş bir deha?”

Omuz silktim. “Öyle olsa mahallenin suyuna bir şey karışmıştık derdik. Bence kopya çekmişlerdir. Ya da soruları çalmışlardır.”

“Nasıl ulaşacaklar sorulara?” Bana değil, Berk’e soruyordu fakat o pek oralı değildi. Ali’lerin olduğu tarafa bakarken aklından neler geçtiğini kestirmek zordu. Şaşkınlığını hızlı atlatmıştı.

“Tuhaf tipler,” dedi en sonunda. “Yine de okula eğlence katabilirler.”

“Eğlence mi?” Gözleri kısa bir anlığına bana değdi.

“Duru… Şunlara okulu gezdirsene. Ortak arkadaşınız var sonuçta.”

Emir verici tonda konuşması sinirime dokundu. “Sen beni başkasıyla karıştırdın herhalde,” dedim çıkışarak. “Neden ben gezdiriyorum? Cemre daha samimi Ali’lerle. O gezdirsin.”

Ters bir laf edecekti ama öfkesini yuttu. İkizim gibi, onun da pasif agresif bir yanı vardı. “Kimin tarafında olacağını seç,” dedi kesin bir dille. “Biz de sana ona göre muamele edelim.”

“Tehdit mi ediyorsun beni?”

Cemre, “Ne fark eder ki?” diye araya girdi. “Her halükarda bizden biri değilsin. Canın ne istiyorsa onu yap. İstersen konunun tamamen dışında kal.”

“Madem öyle…” dedim. “Hazal’ın hatırına ağızlarını ararım.”

Hazal samimiyetsiz bir gülümsemeyle, “Sağ ol hayatım,” diye karşılık verdiğinde ona bakmadım bile.

Çağrı’nın dikkati üzerimdeydi ama konuşmaya dahil olmamıştı. Belli ki bana özel olarak söyleyeceği şeyler vardı. Arkamı döndüm ve binanın önünde toplanan yeni öğrencilerin yanına gittim. Başlarında Doğa duruyordu. Doğa bizim sınıfta, tatlı sempatik bir kızdı. Cemre’yle arkadaş olmak için ona özellikle iyi davranıyordu. Hafif yalakalığa varan hareketleri olsa da ne iyi ne de kötü bir insandı.

Doğa’nın kulağına doğru eğildim ve onlarla kendim ilgileneceğimi söyledim. Tereddüt etse de itiraz etmedi. O gidince yeni öğrencilere dönerek, “Tebrik ederim,” dedim. “Tam bir cesaret örneği… Benim arkadaşım böyle bir çirkin olayla anılsa buralara gelmeye yüzüm olmazdı.”

Ali açıkça yargılar gibi, “Vefa senin de arkadaşın değil miydi?” diye sordu ama onu duymazlıktan geldim.

“Ne için geldiniz buraya?”

Sinan, “Seninle aynı sebepten,” diye cevapladı. “Okumak için… Baya güzel bir okulmuş bu arada.”

“Öyledir.” Elimle içeri geçmelerini işaret ettim. “Bu taraftan başlayalım o zamanla.”

İlk önce sınıfları gezdirdim. (Bu arada bizimle aynı sınıfa düşmüşlerdi.) Daha sonra, -bilmek isteyecekleri- yerleri teker teker gösterdim. Müzik odası ve konferans salonu en alt kattaydı. Müdür Bey’in odası üst katta… Güvenlik odası da hemen karşısında. Çatı katına nasıl çıkıldığını sordular. Binanın dördüncü kattaydı. Spor salonu ek bina şeklinde yapılmış olsa da ana binaya bağlanıyordu. Yani temelde iki şekilde çıkılabilirdi. Hangisini seçersen…

Bahçeye çıktığımızda, “Artık her yerde güvenlik kamerası var,” diye açıkladım. “Kenan Bey malum günden sonra kameraların sayısını arttırdı.”

Ali, “Konser günü yok muydu?” diye sordu. İçim buz kesti birden.

“Eskiden okula giriş çıkışları takip etmek için dışarıda tek bir güvenlik kamerası vardı. O da söylenene göre konser günü sorunsuz çalışıyormuş.”

“Sorunsuz…” diye vurguladı. “Emin misin?”

Başımla onayladım. “Öyle dediler. Polis giriş çıkışları oradan takip etmiş. Bildiğim kadarıyla organizasyon şirketi de konser boyunca bu alanı kaydetmiş. Hata payı yok diyebilirim.”

Zeyno düşünceli bir şekilde, “Vefa’nın bir katili varsa okulun içinden biri olmalı,” diye mırıldandı. Bu çıkarımına karşılık alay etmeden duramadım.

“Katili mi?”

“Varsa…” diye ekledi. Bakışlarımı ondan çektim.

“İlginçsiniz… Arkadaşınızın yanlışını örtmek için geldiğinizi sanıyordum. Meğer başka şeylerin peşindeymişsiniz.”

Ali, “Duru,” dedi ikaz eder bir tonda. “Pişman olacağın şeyler söyleme bence.”

“Eğer aksine inansaydım,” dedim. “Bununla başa çıkamazdım. Fark edelim ki masum… Hazal iftira mı attı ona sence? Yok… Bu kadarı çizgiyi aşmak olur. İftira falan yok o yüzden… Reddedilmeyi kaldıramadı. Zaten herkes iyi olamaz ki, muhakkak çürük bir yanı var.” Tıkandım. Nefes alışverişlerim düzensizleşmişti. “Aksine inanmak için hiçbir sebebim yok o yüzden.”

“İyi misin?” diye sordu Zeyno. Nasıl da canımı sıkıyordu…

“Bana kibarlık gösterme. Nefret ederim. Katil mi arıyorsunuz kendinize?” Berk’leri işaret ettim. Bizim olduğumuz tarafa bakıyorlardı. “Kesin onlardan biridir.”

Ali sözlerimi garipsedi. “Direkt hedef gösteriyorsun.”

 “Sebeplerim var.” Başımı çevirdim. “Dikkat et hepsine. Göründüğü gibi değillerdir. Bu da onları insan değil şeytan yapar.” İstemeden güldüm, hatta kahkaha attım. “Güya ağzınızdan ben laf alacaktım ama… Kıyamadım. Tavsiye ister misiniz? Kimin ne olduğuna çok dikkat edin. Ve peşin hükümlü olmayın.”

2. Kısım

Öğle arası kantinde oturuyorduk. Berk başını omzuma koydu. Parmaklarımız birbirine kenetlenmişti. Böyle anlarda kendimi tamamen ona bırakırdım. Gözlerim kısa bir anlığına kapandığında hafif endişeli sesini duydum. O da kendini bana bırakmıştı.

“Bazı günler,” diye fısıldadı. “Felaketlerin art arda gelip beni savuracağını düşünüyorum. Gözümü açtığımda değer verdiklerim yanımda olmayacak. Ama onlar beni değil, ben onları terk etmiş olacağım.”

Gülümsedim ama o bunu görmedi. “Sandığın kadar zor değil. Terk edip gitmek yani… Kuş gibi hafifliyorsun. Sonra geldiğin yerdekiler sana öncekini aratıyor ve sıkışıp kalıyorsun.”

“Cemre,” dedi yumuşak bir tonlamayla. “Seni ne kadar özledim bilemezsin.”

Neyi kastettiğini bilmeme rağmen, “Tüm yaz beraber olmamıza rağmen mi?” diye sordum.

“Beraber değildik. Bana hiç olmadığın kadar uzaksın.”

“Ama kendime yakınım. Şu sıralar sadece Esther’le konuşuyorum.”

“Esther?” diye sordu.

“Kedim işte.” Güldü.

“İnsandan bahsettiğini sandım.” 

“Hayır, Esther’i diyorum. Müthiş bir dinleyicidir. Onu bulduğumda kaybolmuştu. Zamanla bana da hayatıma da alıştı. Şimdi günlerini yatağımın ucunda pinekleyerek geçiriyor. Fakat asil bir hayvan… Kedileri seviyorum… Daha doğrusu, Esther’i seviyorum. Bence o da arayış içinde. Hisli bakıyor gözleri.”

“İşte, yine… Çok konuşarak geçiştiriyorsun beni.” Elimi elinin üstünden çektiğimde Berk başını kaldırdı ve doğrudan suratıma baktı. “Ne oluyor Cemre? Başka bir şey var ama gerçekten anlamıyorum.”

“Bu yaz kardeşimle aramı düzeltme fırsatım oldu.”

“Kanlı bıçaklı olduğunuzu sanıyordum,” dedi kuşkuyla.

“Hala öyleyiz biraz.”

“Aranız düzeldiyse onunla tanışmak istiyorum. Doğru dürüst kimseyi tanımıyorum hayatında.”

“Teyzem var ya.” Onu geçiştirmem hoşuna gitmedi.

“Teyzeni herhangi birini, bir şeyi sever gibi seviyorsun. İkizini tanırsam seni daha iyi anlarım. En azından seni neyin bu kadar üzdüğünü çözebilirim.”  

“Beni gereğinden fazla tanımanı istemem.” Ürperdim. “Korkunç bir düşünce bu!”

Sinirlendi. “Sana kedinden daha yakın olmak istediğim için kusura bakma.”

“Esther,” diye düzelttim onu. “Madem dürüstlükten bahsediyoruz bana söyleyecek bir şeyin yok mu?”

“Ne gibi?” diye karşılık verdi. Aklımla alay ediyordu sanki.

“Ali’lerin okula gelmesi seni tedirgin etmiyor mu? Açıkça bizi suçluyor.”

“Ali’ler…” dedi üstüne basa basa. “Vefa’nın arkadaşları demiyorsun. Tek günde mi samimi oldunuz bu kadar?”

“Hayatımı kurtardı sayılır.”

“Yine aynı konu… Sıkıldım! Daha kaç kere özür dilemem gerekiyor senden?”

Üste çıkmaya çalışıyordu. Onu alttan almadım. “Sorduğum soruları geçiştirme. Vefa’nın ölümü sana da şaibeli gelmiyor mu?”

“İntiharı…” diye düzeltti ve ayağa kalkarak bana üstenci bir bakış attı. “Sen kafanı bunlara yorma. Git, ne bileyim, Esther Hanım’la sohbet et.” Dalga geçti. “Bak, fark ettiysen kedi demedim.”

“Çok komiksin,” diye karşılık verdim. “Defalarca ayrılmamıza rağmen nasıl her seferinde barıştığımızı şimdi çözdüm. Mizahına dayanamıyorum çünkü.”

Dudaklarını büktü. “Bence bana dayanamıyorsun.”

“E, malum olayı konuşmayacak mıyız?” dedim sabırsızlıkla. Ama her zamanki gibi ciddiye alınmadım.

“Kafanda kurma sevgilim.” Ortamdan kaçar gibi gitti sonra. Zaten ne bekliyorsam… Aylarca beni idare etmeyi başarmıştı. Bir anda dürüst davranmasını bekleyemezdim. Uysal davranışlarıma çok alışmıştı. Zamanı gelince kusurlu taraflarımla da tanışacaktı. Belki o zaman eski halimi özlerdi.

Dersin başlamasına daha yarım saat vardı. Sınıftan kulaklıklarımı alıp kuytu bir köşede müzik dinlemeye karar verdim. Genelde boş vakitlerimi aşağıdaki müzik sınıfında geçirirdim. Bu saatlerde tenha olurdu.

Merdivenlerden aşağı indiğim sırada uzaktan Ali’yle göz göze geldim. Umursamadan yoluma devam edecektim ki koşarak gelip önümü kesti. “Müsait misin?”

Vefa’nın ölümünden sonra bile gözlerindeki ışık sönmemişti. Mutlu insanlar, sadece mutlu olmalarıyla bile beni rahatsız ederdi. Çocukluğumdan beri katlanamazdım onlara. Ben bir parçamı dünde bırakırken onlar nasıl her an mutlu olabilirlerdi? Haksızlıktı bu.

“Pek değilim aslında,” dedim durgun bir şekilde. Israr etti.

“Kısa sürecek ama.”

Gitmeye yeltendiğimde bu defa kolumdan tutarak beni sürükledi ve rastgele bir kapıdan içeri soktu. Hademenin malzeme ofisiydi burası. “Ne yapıyorsun?” dedim şaşkınlıkla.

“Üzgünüm…” dedi. “Fakat bilmem gerekiyor. Teknedeyken Vefa’dan nefret ettiğini söylemiştin. Neden?”

Kapalı ve dar bir odada sıkışıp kalmaktan hoşlanmamıştım. Derin bir nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. “Evet, sırrımı bildiği için… Yoksa kişisel bir garezim yoktu. Neden olsun ki?”

“Artık var ama. Değil mi?”

“Vefa’yı nefret edecek kadar bile önemsemiyorum. İzninle, yolumu kapatıyorsun.”

“Ne oldu o akşam?” diye üsteledi. Onu yönlendirmem gerektiğini hissettim.

“Bu okula neden geldiniz? İntikam almak için mi?”

“Hayır,” dedi kesin bir dille. “Vefa’nın masum olduğunu kanıtlamak için geldik.”   

“Öyleyse işe bunu kanıtlayarak başla. Vefa suçsuzsa pekala yardımcı olabilirim. Fakat değilse intiharı için yazık olmuş derim sadece.” Koluna dokundum. “O zamana kadar karşıma çıkma. Ve bir daha sakın bana dokunma.”

Nihayet kapıyı açıp kendimi dışarı attığımda Doğa önümde belirdi. Hemen arkamdan Ali de çıkmıştı. Doğa’nın gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. İstemsizce güldüm. Muhtemelen bu ana şahit olmamayı tercih ederdi. Parmağımı dudağıma götürerek sessiz olmasını işaret ettim. Ne anladığı umurumda değildi. Canımı yakanların canını yakacaktım. Yalnızca biraz sabır.