“Rüyamda bir kelebek olduğumu gördüm. Artık uyandım ve rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıyım, yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek miyim, bilmiyorum.”

Chuang-Tzu

1. Kısım

Tozluyaka değişik bir mahalleydi. Fazla içli dışlı… Samimiyetten pek haz etmezdim. Ama babam etraftakilerin bize nasıl baktığına önem verirdi. İyi bir insan olmak fuzuli bir çabaydı ona göre. Mühim olan iyi bir insan gibi gözükmekti. Uyum sağlamakta başarılı sayılırdım. Mahalledekilerin adını ezberledim ve onların hayatına dair birkaç anahtar kelimeyi aklıma not ettim. Ali’nin annesi Derya Hanım eşini seneler önce kaybetmişti. Fırın işletiyordu ve oldukça hoş bir kadındı. Babamın yanında bana her zaman iltifat ederdi. Yolda karşılaştığımızda ona hal hatır sormayı ihmal etmezdim. Arada ağzından laf almaya da çalışırdım ama ketum kadındı. Bazı şüpheleri de vardı.

“Vefa çalıştırıyormuş herhalde,” dedi bursluluk sınavı için. Başka bir bildiği yoktu.  

İşler sakindi şimdilik. Ya da ben öyle sanıyordum. Ali’lerin evinden geçtiğim bir akşam onları bahçede konuşurken duydum. Beni fark edince suspus olsalar da, “Ses kaydı mı?” diye üstledim. Diğer ikisi anında reddetti ve her suçlu gibi beni onları dinlemekle suçladı. Ali ise son derece ciddiydi. Bakışlarını üzerime kilitledi.  

 “Duru elimizde bir ses kaydı var. Vefa konusunda…” Elimle susmasını işaret ettim.

“Boş ver. Sormadım farz et.”

“Tamam, öyle olsun,” dedi bunu bekliyormuş gibi. “Sana yeni okulumuzla alakalı bazı şeyler danışmak istiyoruz. Bu konuda yardımcı olur musun?”

Güzel yaklaşımdı. Takdir ettim. “Seve seve.”

“Okuldaki anonslar nereden yapılıyor?” diye sorduğunda kendimi tutamayıp güldüm. 

“Dördüncü kat… Güvenlik odasında. Bu bilgi benden olsun. Merdivenin hemen bitişiğindendir.”

“Tüm okul duyar mı peki? Yani bir anons olsa…”

“Evet.”  Sessiz kaldılar. Çekirdek kabukları ve yarım kalan çaylara bakılırsa hararetli bir tartışma dönmüştü burada. Masadaki cep telefonuna gözüm takıldı. “Bu bilgi de benden olsun,” dedim göz kırparak. “Anonslar sabah dokuz ve akşam dört gibi yapılır genelde. Tenefüste değil, her zaman ders esnasında… Kısa ve nettir. Çünkü Müdür Bey herkesin dinlediğinden emin olmak ister. On beş dakikalık video izlemek bile zor şu sıralar. Eh, dikkat süremiz düştü biraz.”

Teşekkür ettiler bana.

2. Kısım

Sınıfta herkesin yeri bellidir. Duru sağda, en önde otururdu. Malum olaydan sonra yerini değiştirmişti. Artık Doğa’nın yanına, yani benim tam arkama geçmişti. Yeni düzenden hoşlandığımı söyleyemezdim. Zaten Hazal’ın ders boyunca benimle konuşmasından rahatsızdım. Derse dikkatimi tam olarak vermiyordum. Birazcık huzur… Onu bile bulmak zordu.

Çağrı’yla aram her zaman diğerlerinden iyi olmuştu. Anlık duygularla hareket eden, kavgacı bir tipti ama fevkalade dürüsttü bana karşı. Üstelik kendini kontrol edemese de durdurmayı bilirdi. Belki her şey bittiğinde arkadaş olmaya devam edebilirdik. Zaten olan bitenden haberi yoktu. Ege’nin bana karşı mahcup bakışlarından tiksiniyordum. Tipik insan davranışı, üzüldüğü için affedilmeyi beklemek… Hazal’ı bu konuda takdir etmeliydim. Bir an olsun bakışları titrememişti. Daha iyi bir şeye ulaşmak için azını gözden çıkarmak… Sanırım tercihlerindeki etken buydu.

“Sana önerdiğim kitabı mı okuyorsun?” Duru’nun sesiyle kendime geldim ve elimdeki kitabı bıraktım. Kapağına kısa bir bakış attıktan sonra sırıttı ve elini kalbine götürdü. “Nasıl duygulandım… Bitirince haber ver.”

Yerine geçince ona doğru döndüm. “Üzerine tartışacak mıyız?”

“Mümkün değil ki…” dedi. “Yarım yamalak hatırlıyorsun.”

“Normali bu zaten. Sen hiçbir şeyi unutmuyorsun.”

“Maalesef,” diye karşılık verdi. “Bu yüzden kimseyi affetmiyorum.”

Hazal konuşmamızdan rahatsız olmuştu. “Ne bu samimiyet?” diye sordu, bana doğru eğilerek. “Neredeyse en yakın arkadaşımı kaptırmış gibi hissedeceğim.”

“Saçmalama,” dedim karşılık olarak. “Nefret ederiz birbirimizden.”

Dersin hocası sınıfa girdiğinde Ali’ler hala yoktu. Fakat çantaları buradaydı. Bir şeyler karıştırıyorlardı belli. Sınıf yoklaması için herkesin ismi okunurken bir anons duyuldu. Başta ne olduğu tam anlaşılmıyordu. Dikkatimi verince sesin Hazal’a ait olduğunu anladım. Biri konuşmasını kaydetmişti.

“Vefa’ya iftira attık,” dediği gayet net anlaşılıyordu. Anons bittiğinde ortalık buz kesti.

Şaşkınlığımı üstümden atınca Hazal’ı kolundan tutup sarstım. Benzi kül gibi solmuştu. Ayağa kalktım ve kolundan tutarak sınıftan çıkardım. Kendine gelince adımlarıyla bana uyum sağladı. Aşağı iniyorduk, müzik sınıfına.

“Cemre,” dedi panikle. “Ne yapacağım? İnan böyle olsun…” Hızlanması için onu çekiştirdim.

“Müzik odasının anahtarı bende var. Polisler gelene kadar kendini orada kilitli tut.”

“Neden?”

“Linç edilmene göz yumacak değilim.”

Korktu. “Linç mi?”

“Vefa için sana hesap soracaklardır.” Kapının kilidini açtım ve onu odaya doğru itekledim.

“Benimle kalmayacak mısın?” diye sordu, telaşla.

“Hayır,” dedim kaşlarımı çatarak. “Üzgünüm… Yanında olmak istediğim kişi sen değilsin. Tabii, masum değil mağdursan o zaman iş değişir.”

İrkildi. “Ne demek istiyorsun?”

“Mesele kapansın artık. Bir kez soracağım ve söylediğine arkadaşlığımızın hatrına inanmayı seçeceğim.” Kelimeler ağzımdan bir anda döküldü. “Hazal tacize uğradın mı?”

Kendini sakinleştirdi. “Hayır, yemin ederim… Vefa bizi gördü ve durumu yanlış yorumladı.”

“Sizi?” Bakışlarını kaçırdı.  

“Onu söyleyemem.”

“Tamam,” dedim sinirlenerek. “Söylemeden anlat.”

“Olay bir anda büyüdü. Ben…” Ağlamaya başladı. “Doğruyu söylemeye çalıştım ama dayak yemesine engel olamadım. Tek bir kişinin suçu değildi. Topluca… Linç edildi işte.” Elini ağzına götürdü. “Vefa’nın intihar ettiğine hala inanamıyorum. Kendimi asla affetmeyeceğim.”

Eskiden arkadaş olduğumuz için mi bilmiyorum ama kendimi oldukça rahatsız hissettim. Acıma gibi değildi ama. Tek başına cezalandırılması haksızlıktı.

Hazal bana güvenip kapıyı arkasından kilitledi. Yukarı çıktığımda tüm okul koridora dökülmüştü. Tahmin ettiğim gibi Hazal’ı arıyorlardı. Ali’ler ise kenarda, olan biteni hayretle seyrediyorlardı.  Vefa’nın masumiyetini ispatlamak istemişlerdi. Sonucunu tahmin edememişlerdi. Üstüme geldiklerinde bir şeyler söylemek zorunda kaldım. Geri adım atacak değildim.

Kalabalığa doğru, “Tek başına Hazal’ı sorumlu tutamazsınız,” diye bağırdım. “Evet… Vefa’ya olanlar için hepimiz kendimizi suçlu hissediyoruz. Ama biz de hatalı davrandık. Bu kadar hassas bir konuda sakin kalıp gerçeğin peşine düşmemiz gerekirdi. Bizler, sınıf arkadaşımızı şahsi önyargılarımızla yargıladık. O yüzden kendinize bir canavar yaratmaya çalışmayın. Herkes kendi pisliğini temizlesin.”

İşe yaradı sayılır, hemen olmasa da yatıştılar. Sınıfa gittiğimde Duru önümü kesti. “Neden korudun onu?” Bağırıp çağırsa bunu normal karşıladığını düşünürdüm. Fakat sakin hali beni endişelendirmişti. “İyi bir insan mı oldun şimdi? Sen…” Tıkandı. “Hesap sormaktan bile acizsin biliyor musun? Birine benzeteceğim seni. Dilimin ucunda.” Annemi kastediyordu.

“Sakin ol artık.”

“Nefret ediyorum senden,” diye bağırdı. “İlla ahlaklı davranmak zorundasın.”

Sinir krizi geçiriyordu ve bu durumda ne yapılması gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tepkisiz kalmayı babamdan öğrenmiştim. Yeterince susarsam kendine geleceğine inanıyordum.

Duvarın dibine çöküp ellerini saçından geçirdi. “İnanamıyorum… Kabus gibi! En kötü günümüzü henüz yaşamamışız. Benim… Ondan nefret etmek için bir sebebe ihtiyacım vardı sadece. Ölümünü başka nasıl atlatabilirdim? Gözümle görsem yine inkar ederdim.” 

İç güdüsel olarak ona elimi uzattım. Nezaket gereği yapılan her hareketten nefret ederdi. Buna rağmen benim elimi tuttu ve ayağa kalktı. “Ağlıyor musun?” diye sordu şaşkınlıkla. Evet… Gözlerim dolmuştu. İkizler birbirinin acısını hissederdi. Belki bu tarz bir şeydi. Tek yapabildiğim ona sarılmaktı.

Berk şaşkınlıkla bana bakıyordu. Teyzeme bile doğru dürüst sarılmışlığım yoktu çünkü.

“Sen hiçbir zaman suçlamadın onu,” dedi ikizim, sorgularcasına. “Aksine hep uyardın beni.”

Bakışlarım Berk’te takılı kaldı. “İnsanlara güvenmem ben,” dedim açıkça. “Ne kadar çok sevsem de… Beni mahvedecek kadar güvenmem.”

3. Kısım

Akşam serinliğinde bahçede oturuyorlardı gene. Tahmin ettiğimden güzel karşıladılar beni. Derya Teyze börek ikram etmek istediğinde nazikçe geri çevirdim. Çölyak hastasıydım. Ali, “Gluten yiyemiyor musun?” diye irdelediğinde altında bir şey aradığını düşünerek yalan söyledim.

“Hayır. Diyet yapıyorum sadece.” Çayı reddetmedim ama.

Bugün olanları kendi aralarında tartışırlarken onları dinlemekle yetindim. Nihayetinde, “Cemre kalabalığı sakinleştirdi,” dedim çayımdan bir yudum alırken. “Hazal’a ilişmezler artık. İlk başta aşırı tepki verdim ama engel olmakta haklıydı. Ortaya bir laf atıldı, herkes üşüştü üstüne. Şu durumda ne yapılır ki başka?”

Zeyno bir şey diyecek gibi oldu ama sonra sustu. “Hazal’ın kimi koruduğu belli değil.”

“Evet, öyle de… Polis ifadesini aldı ve konu orada kapandı. Bulsak ne değişecek?”

Sinan, “Yok öyle, iftira atıp işin içinden sıyrılmak,” dedi öfkeyle. Yüksek tepkileri vardı. “Bunu yapanı temiz bir dövmezsem benim içim rahat etmez.”  

Tekrardan bir, “Ama,” demek zorunda kaldım. “Taciz yok ortada. İftira da… Sadece bir yanlış anlaşılma işte, nelere sebep olduğunu görüyorsunuz.” Sıkıntıyla iç çektim. “İtiraf etmek istemezsiniz belki ama insan böyle durumlarda suçlayacak birini arıyor.”

“Birini…” dedi Ali, sonra ekledi. “Ya da birilerini.”

Sinan’a dönerek, “Yine de temiz bir dayağı hak ediyorlar,” dedim hak vererek. “Basit yaralanma olduğu için polis arkadaşımızı kimin dövdüğünü araştırmadı. Pek önemi de yoktu zaten. Ama bizim için önemli değil miydi?”

Ali, “Boş ver bunları,” dedi sabrı tükenmiş gibi. “Hazal’ın kimi koruduğunu biliyorsun değil mi?”

“Tahmin edebiliyorum.”

“Yine bize yardım etmeyecek misin?”

“Onlardan biri,” dedim kesin bir dille. “Bundan fazlasını söylemem. Görüyorum ki, karşılıklı olarak birbirimize güvenmiyoruz henüz. Sizin de bana anlatmadığınız şeyler var.” Ayaklandım. “Yarın hafta sonu… Düşünecek bolca vaktiniz olur. Pazartesi okulda görüşürüz.”

Ali ve Sinan hoş olmayan bir bakış attılar bana. Zeyno ise, “Görüşürüz,” demekle yetindi.  

4. Kısım

Berk’lere gittiğimde hava yeni kararmak üzereydi. Kapı kilitli değildi ama ne kadar bakınsam da onu göremedim. “Cemre?” diye seslendi merdivenlerden çıkarken. Şaşırmış ve tedirgin olmuştu. “Ne işin var burada?”

“Sen çağırdın,” dedim onu süzerek. Üstünde dünkü kıyafetleri vardı. Gözlerinden uykusuzluk akıyordu.

“Doğru… Evet.” Beli ağrıyormuş gibi geriye doğru esnedi. “Film izleyelim diye çağırdım.”

“Film modunda değilsin bence. Kötü bir şey mi oldu?”

Yarım bir gülümsemeyle, “İyiyim,” diye karşılık verdi. “Babamla atıştık sadece. O kadar.” Televizyona doğru yürüdü ve kumandayı alarak rastgele gezinmeye başladı. “Söz verdik madem, tutalım. Saçma sapan bir şey olmasın. Korku nasıl? Ya da gizem, gerilim…”

“Kendini zorlama. İyi gözükmüyorsun. Yarın uğrarım tekrardan.” Gitmeye yeltendiğimde elimden tuttu.

“Biraz kalsana… Gitme hemen.”

“Babanla kavganız o kadar kötü müydü?” diye sorduğumda beni cevapsız bıraktı. Sıkıntıyla iç çektim.“Teyzemin sende kalacağımdan haberi var. Sessizce duralım mı? Sanırım benim de pek konuşasım yok.”

Kolunu belime sardı ve beni kendine çekti. Başını omzuma koyarken, “Bıktım bu evden,” dedi sessizce. Daha sonra yüzüme bakıp hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi. “Geçenlerde birlikte izleyelim diye bir film seçmiştim. Uyar mı sana?”

Belli ki normal davranmamı istiyordu.  “Fikrimi alıyorsun demek…” dedim alaya vurarak. “Nadir gerçekleşen bir olay bu.”  

Kanepeye geçtiğimizde başını dizime koydu. Elimi saçlarında gezdirdim. Biraz tanıdık biraz da yabancı bir duyguydu ona dokunmak. Aslında neyi özlediğimden emin değildim. Ama özlediklerimin pek azı onda vardı. Beni yeterince tanımadığı hissi zihnimi yakıyordu.   

“Dün korkunç bir kabus gördüm.” Beni dinleyip dinlemediğinden emin değildim ama devam ettim.  “Eskide kalmış bir anı daha çok, beni gecenin bir yarısı uyandırdı. Annemin cenazesindeki ruh halim nereden bakarsan bak yanlıştı.”

“Ne açıdan yanlıştı?” Başını kaldırıp bana baktı.

“Üzgün değildim. Hiçbirimiz değildik. Babam insanların kusurlarını gizlemesi gerektiğine inanırdı. Belki de ondan… Zaaf göstermekten korktuk.”

“Bizimkiler iyi anlaşacak desene.” Sustuğumda, “Cemre,” dedi merakla. “İlk defa bana babandan söz ediyorsun. Biraz daha anlatsana… Nasıl biriydi?”

“Zeki ve manipülatifti. Üstelik gördüğü hiçbir şeyi unutmazdı. Fazla detaycıydı. İkizim de bu yeteneğini ondan almış. Şimdilik aklıma gelenler bunlar.”

“Senin hafızan da fena değildir.”

“Evet ama… Tam olarak onlar gibi değilim.” 

“Yine sustun.”

“Affedersin,” dedim çünkü gerçekten ne diyeceğimi bilememiştim.

“Bu kadar zor mu anlatmak?”

“Arkamda bıraktıklarımla yüzleşmeden çekip gittim.” İçim ürperdi. “Kardeşime bir hayat borçluyum ben.”

“Kendine fazla yüklenme. Sen de çocukmuşsun o zaman.”

Gözlerimi yumdum. “İkizimi kastetmiyorum.”

“Bir kardeşin daha mı var?”

“Vardı.” Boğazım acıdı. “Erkek kardeşim… Mert’ti adı. Her açıdan anneme benziyordu. İkizim ve ben babama çekmişiz.” 

“Hiç bahsetmedin bundan. Sana bozulsam mı bilemedim.”

“Kendin karar ver,” dedim düşüncelerimi toparlayınca. “İkizimle aramızda başka bir bağ vardı hep. Birbirimizin ailesi olmuştuk. Erkek kardeşim ise kan bağım olan herhangi biri… Tıpkı annem gibi. Zaten hareketleri de benziyordu. Annemin vefatından sonra babam olanları telafi etmek istedi sanırım. Mert’i bizden ayırarak beni taraf tutmaya zorladı. Bir kardeşime karşı diğerini sürekli savunmak zorunda bırakıldım. Olan biten için kendimi savunmuyorum. Ama tek başına cezalandırılmam haksızlıktı.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Bir gün…” Sesim titredi. “Mert’le saçma sapan bir şeyden kavga ettik. İkizimin kar küresini kırmıştı. Komik geliyor şu an. Basit bir kar küresi… Ne kadardır? Artık bir önemi yok nasılsa…  Detay veremem, kısa keseceğim o yüzden. Kavgamız bir anda ciddileşti. Onu kötü bir şekilde ittim, kafasını çarptı ve havuzda boğuldu. İşte bu kadar. Öylece… gidiverdi işte.”

Gözlerim doldu. “Ne kadar zalimce… Mert’i bir gün olsun sevmedim. Yanıma her geldiğinde ittim. Ne olurdu onunla da oynasaydım? Bizim aksimize kardeşimin kimsesi yoktu. Evde herkesten çok o yalnızdı aslında. Hayatından da oldu. Hepsi benim yüzümden…”

“Cemre…” dedi şaşkınlıkla. Kalkmaya çalıştığında engel oldum.

“Lütfen, bana acıma. İhtiyacım yok.” Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. “O gün babamın dedikleri hala zihnimde dönüp duruyor. Annen benimle senelerce yaşadı. Kardeşin sizinle birkaç sene bile dayanamadı demişti.”

“Senin suçun değil,” dedi keskince. “Aranızı bozduğu için baban da suçlu. Tüm yükü senin omzuna yükleyip kurtulamaz.”

“İşleri kimin bu raddeye getirdiği ne fark eder ki? Kardeşimin ölümüne ben sebep oldum.” Berk kalktığında ilk olarak yüzüme baktı. Dağılmış birini bekliyordu. Ama ben gayet iyiydim. Dün ölmemişti ki… Her gün bununla yaşıyordum zaten.

O da bunu fark ettiği için bakışlarını filme çevirdi. “Sıkıcıydı değil mi? Okul yaşantımızdan sonra… Normal aslında.”  

“Öyle ama…” Gülümsedim. “İyi gelmedi diyemem. Bir dahakine senin de seveceğin bir şeyler açabiliriz.”

“Bir dahakine,” diye tekrarladı. “Uyuyalım mı artık?”

“Uyuyacak mıyız?” Bu kez güldü ve elimden tutarak beni merdivenlere doğru yönlendirdi.   

“İstersen yukarıda karar verelim.”