“Kimsenin içinde yeterince sevgi yoktur. Taş bahçenin taş ağaçları sevgi fazlalığından değil, azlığından çoğalır.”
Cennetin Doğusu
1. Kısım
Sabah okul bahçesinde Ali’yle karşılaştığımızda kendimi tuhaf hissettim. Dün olanlardan sonra nasıl davranmam gerektiğinden emin değildim. Fakat onun öyle bir derdi yoktu anlaşılan. Yanıma gelip konuya alakasız bir yerden giriş yaptı. Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Tek kelime etmeden, tepkisiz bir şekilde dinledim onu. Nihayetinde cümlesini yarıda kesti ve banklardan birine oturmamız için ısrar etti. Zaten herkesin gözü önünde onunla tartışacak değildim.
“Sana bu cesareti ben mi verdim?” diye sordum oturduğumuzda. İnsanın gözünün içine içine bakıyordu. Canımı sıkmıştı bu durum.
“Vefa için ne kadar ileri gidebileceğimi sormuştun,” dedi kaşlarını çatarak. “Sonuna kadar demiştim ben de… Yerimde olsan sen de farklı davranmazdın.”
Öfkem belli ölçüde yatışınca, “Beni kullandın yani,” dedim ona üstenci bir bakış atarak. “Berk’i kışkırtmak için…”
“İstemeden kalbini kırdıysam özür dilerim.”
Güldüm. “Hayır… Aksine hoşuma gitti. Vefa için gidebildiğin yere kadar git, hakkın bu. Tek sebebi buysa beni öptüğün için affediyorum seni. Fakat bir daha tekrarlanmasın lütfen.”
“Tek sebebi bu değil. Muhtemelen fark etmişsindir.”
“Bir numarayı ikinci kez yemem,” dedim açıkça. Tepkisizliğim huzursuz etmişti onu.
“Cemre…” dedi bu kez, ciddileşerek. “Dün yaşananlar için tekrardan özür dilerim. Amacım seni rahatsız etmek değil. Bu duygular benim için çok yeni. Sanırım fazla ileri gittim.”
“Benden hoşlanıyor musun?” diye sordum, tabii barizdi bu, sadece nasıl karşılık vereceğini merak etmiştim.
Ali doğrudan cevap vermek yerine, “Son zamanlarda aklım sürekli sende,” dedi. “Vefa’nın katilini bulduğumuzda duygularımı daha iyi ifade edebilirim. Şimdilik tek diyebileceğim bunlar.”
Bir süre sessiz kalarak, “O gün geldiğinde görüşürüz,” diye mırıldandım. Ali’nin bakışları değişti. Nasıl bir yanlış yaptığımı o an fark etmiştim. Düpedüz aptallıktı bu!
Vefa’nın bir katili olduğunu ben bilmiyordum ki… Diğer herkes gibi intihar ettiğini sanıyordum. Nasıl sakin kalabilirdim bu durumda?
“Ali…” Aksi gibi sesim de titremişti. “Vefa’nın katilini mecazi anlamda mı söylüyorsun?”
Niyetimden şüphe ediyordu şimdi. “Tabii ki. Başka ne olacak?”
“Fakat bulmaktan bahsettin. Hazal’ın koruduğu kişiyi mi arıyorsun? Vefa’ya iftira atanlardan biri de oydu dolaylı olarak.”
İyi toparlamıştım. Ali konuşmanın diğer tarafına takılarak, “Sence kim olabilir?” diye bir soru yöneltti bana.
“Tanıdığımız biri galiba,” diye geçiştirdim çabucak.
Üsteledi. “Ama kim? Senin en iyi arkadaşın… En azından bir fikrin olmalı. Seni aylarca uyutacak hali yok. Yanı başında olup bitenlerden haberin vardır.”
“Olması gerekir.” Boğazıma oturan yumru yüzünden kendimi toplayıp konuşmam zaman aldı. “Özrünü dilediğine göre ben gidiyorum artık.”
Arkamdan, “Cemre…” diye seslendi ama onu duymazlıktan gelerek okula girdim. Kendimi kızlar tuvaletine attığımda aynadaki yansımamda başka birini görmüştüm sanki.
Sahiden ne oluyordu bana? Hiç ağlamamıştım ki… İlk fark ettiğimde, sonrasında, aynı ortamlara girip çıkmıştık ve ben hepsinin yüzüne bakabilmiştim.
Şimdi neden ağlıyordum? Annemin cenazesinde tek bir gözyaşı dökmemişken nasıl bu hale gelebilmiştim? Acizlikten işte… İçten içe kırılmıştım çünkü. Aldatıldığını hatırlamak böyle bir histi. Hareket ettiğinde kanatıyordu, durduğunda acıtmıyordu bile.
Aynada kendime bakmayı kesip suyla yüzümü yıkadım. Ne olursa olsun duygularımda aşırıya kaçacak değildim. Sarsılmaz sandığım duyguları ezip geçen bu hüzün geldiği gibi geçecek, bir kısmını içime saklayacak fakat asla karşı tarafa belli etmeyecektim. Zaafıma yenilmeyecektim.
Sınıfta girdiğimde Ege önümü kesti. Çağrı’nın aksine duygularını belli ölçüde kontrol eden biriydi ama onun da hassas tarafları vardı. “O çocuk ne konuştu seninle?” diye hesap sordu bana.
“Sen mi başladın şimdi de?” diye tersledim kaşlarımı çatarak. “İkimiz arasında… Özel.”
“Kendine gel,” diye çıkıştı. “Ne oluyor sana, başka biri oldun sanki. Tamam, sen de arkadaşımsın ama buna göz yumacak değilim.”
Çağrı araya girerek, “Bence sen kendine gel,” diye uyardı onu. “Ahlakçılık mı taslıyorsun kıza? Bir şey varsa Berk’e kendisi söyler zaten.”
“Varsa mı?”
Sıkıntıyla iç geçirdim. “Dersle alakalı bir şey danıştı sadece. Okulda yeni… Bilmiyor olabilir.”
“Sözüm sana değil,” dedi Ege, bana kısa bir bakış atarak. “Arkadaşlarımızdan biri diğerini aldatsa ikisi arasındadır diyip susacak mıyız?”
Vicdanını rahatlatma çabası nasıl da acınasıydı… Çağrı, “Bilip de susarsak taraf tutmuş oluruz,” dediğinde tartışmaya dahil olma gereksinimi duydum.
“Zaten taraf tutmak gerekir. Sessiz kalmak aldatanın yanında olmaktır.”
“Tam olarak o şekilde değil,” diye itiraz etti. “Her şartta senin yanında olurum. Ortada bir şey varsa söylerim ama.”
“Saygı duyarım buna.” Gözlerim kısa bir anlığına Ege’ye değdi. Önden nabzımı yokluyordu. “Berk’le haberleştiniz mi?” diye konuyu değiştirdim. “Az önce aradım ama açmadı. Bugün önemli bir şey açıklayacaktık size.”
“Hayır…” dedi dalgın bir şekilde. “Sabah okula birlikte gidecektik ama beni almaya gelmedi. Aradım, mesaj attım ama ses yok.”
“Demek ki okul havasında değilmiş pek.”
Gün boyunca ortalıkta yoktu. Çıkışta Kenan Amca aradı ve Berk’ten bir haber alıp almadığımı sordu. Ne mesajlarıma ne de aramalarıma dönmüştü. “Belki kendisiyle baş başa kalmak istemiştir,” diye bir yorumda bulundum. “Açıkçası Berk’in telesekreter sesine daha fazla tahammülüm yok. Haber alırsam sizi bilgilendiririm.”
Ertesi gün de yoktu. Diğerlerine belli etmemeye çalışsam da endişelenmeye başlamıştım. Üçüncü, dördüncü ve nihayetinde beşinci günün sonunda hepimiz yana yakıla Berk’i arıyorduk. Tüm çabalarımıza rağmen aldığımız yanıt onun telesekreter sesi oluyordu.
Hola! Telefonu kapattığıma göre sizden çok daha önemli bir işim var ya da öldüm. İki türlü de cevap veremiyorum. Hola! Telefonu kapattığıma göre sizden çok daha önemli bir işim var ya da öldüm. İki türlü de…
2. Kısım
Beş gün geçmişti. Şaka gibi… Hep birlikte okul bahçesindeki çimlere yayılmıştık. Etrafta bu olayın dedikodusu konuşulmaya başlanmıştı. Kenan Bey’in Ali’nin evine baskın yaparak hesap sorduğunu duymuştum. Onu ve annesini alenen tehdit etmişti. Buna rağmen Ali’nin rahatlığı hayret ettiren cinstendi. Hala okula gelmesi bir yana hayatına normal bir şekilde devam edebiliyordu.
Başımı onlara doğru çevirip, “Berk günlerdir ortada yok,” dedim. “Sizce de suyu çıkmadı mı artık?”
“Yani,” diye karşılık verdiler bir ağızdan, aptalca bir şey söylüyormuşum gibi. “Vefa’nın katili ortaya çıkmadı henüz.”
“Ali…” dedim bıkmış bir şekilde. “Belli ki itiraf etmeye niyeti yok. Başka bir yolu denemen gerekiyor. Ölürsen veya hapse girersen işimize yaramazsın.”
“Ölürsem mi?”
“Farazi olarak…” diye düzelttim. “Kenan Bey nüfuslu biridir, oğluna bir zarar gelirse bunu yanına bırakmaz. Bak, o kadar kesin konuşuyorum.”
“Eninde sonunda itiraf edecek,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Ayrıca kimseden korkum yok benim.”
Cemre bize doğru yaklaşırken, “Fakat korkmalısın,” dedi gergin bir şekilde. “Berk’in Vefa’yı öldürmediğine eminim… Tamam, belki iyi bir arkadaş veya sevgili olmayabilir. Fakat birini incitmez.”
Ali ayağa kalktı ve tam karşısına dikildi. “Gerekli motivasyonu var. Hazal’ın koruduğu kişi oymuş. Vefa’ya attıkları pislik üstüne kalmasın diye her şeyi yapmış olabilir.”
Bakışları bana kaydı. “Sen mi anlattın?”
“Kimin tarafında olduğum bariz…” dedim. “Ama kaçırılma olayında benim bir ilgim yok. Hatta, affedersin… Ne kaçırılması?”
“Ne zamandır biliyordun? Bize onların ilişkisinden söz etmen gerekirdi. Vefa’nın haksız yere suçlanmasına göz yumdun.” Ali’nin suçlamalarına karşılık Cemre pek oralı olmadı.
“Aksine gerçeğin açığa çıkması için seni doğru şekilde yönlendirdiğimi düşünüyorum.”
“Amacın Berk’ten intikam almaksa…”dedi üstüne basa basa. “Dolaylı yoldan aldığımızı farz edebilirsin.”
“İşlemediği bir suçtan ötürü onu cezalandıramazsınız,” dedi sinirlenerek.
Ali ise, “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” diye diretti. “Ben de onu anlamıyorum.”
“Tanıyorum çünkü onu,” diye bağırdı bir anda. “Tanıyorum ve böyle bir şey yapmayacağını biliyorum.”
Cemre’nin sesini yükselttiği anlar nadirdir. Genelde öfkesini başka şekilde göstermekten hoşlanırdı. Kontrolünü kısmen sağlayamadığını fark ettiğimde içimi bir huzursuzluk kapladı. Berk’in kaybolması onu sandığımdan fazla etkilemişti. Umarım bir an önce kendine gelirdi.
“Berk’in başına bir şey gelirse…” dedi dişlerini sıkarak. “Canını yakarım hepinizin.”
Bakışları tekrardan bana kaydığında, “Duru yerini bilmiyor,” dedi. “Boşuna kardeşini yıpratma. Berk suçunu itiraf edene kadar misafirimiz olacak. İstersen polise gidebilirsin. Ama bir sonuç çıkmadı gördüğün gibi.”
“Duru benimle gel,” dedi kolumdan tutarak. Fevri hareketlerine alışmıştım. O yüzden beni sürükleyip götürmesine sesimi çıkarmadım. Her ne kadar duygu patlaması yaşamış olsa da kısa sürede kendini sakinleştirmeyi başarmıştı.
Okulun içine girdik ve diğer öğrencilerin seyrek olduğu bir köşeye çekti beni. “Polislerden bir şey çıkmadığına göre telefonu yanında değil ya da şarjı bitmiş. Ali’nin telefonuna uygulama yükleyebilir misin? Berk’in yerini bulmak için başka bir şey gelmiyor aklıma.”
“Bu kadar gerilmene gerek yok,” dedim sakin bir şekilde. “Ali’nin amacı belli, muhtemelen iyi durumdadır. Nerede olduğunu anlamak için fikir yürütmemiz yeterli.”
Kaşlarını çattı. “Nasıl yani?”
“Tozluyaka’yı avucunun içi gibi bildiğine göre mahallede bir yerlerde olmalı. Geçenlerde eski bir hurdalıktan söz etmişti. Birini kaçırmak için ideal bir mekan diye bir yorumda bulunmuştum. Aklında kalmış olmalı.”
“Kendi fikri gibi uyguladı mı diyorsun?”
“Hatırlamadığına eminim. İnsanlar parlak düşüncelerini kendilerine ait zanneder. Aslında çoğu kulaktan dolmadır. Güven bana… Oradadır.”
“Aferin,” dedi başımı okşayarak. “Seni takdir edeceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Suratımı astım. “Rica ederim ama köpek gibi sevme beni. Nasıl ortaya çıkartacağız bunu? Ali’lerle aramı bozmak istemiyorum. Hem katil gerçekten…”
“Sorun değil,” dedi sözümü keserek. “Kenan Amca okulda şu an… Birlikte hareket edersek bir sıkıntı çıkmaz. Ali’nin bu konuyu araştıracağını sanmam.”
“Daha önemli dertleri olacaktır. Farkındasın değil mi? Okuldan atılmakla kurtulamaz. Hapse de girecektir.”
“Hallederim o meseleyi.”
“Nasıl yapacağını geçtim de…” Şüpheyle süzdüm onu. “Neden Ali’yi koruyorsun?”
“Hoşlandığımdan değil herhalde,” diye tersledi beni. “Fakat öyleymiş gibi yapmak işime geliyor.”
Alaycılığını garipsedim. “Ali fena çocuk değil aslında. Bazen akılsız olabiliyor ancak sadakatinden şüphe duyulmaz.”
“Yine de başkaları tarafından kandırılabilen insanlara saygı duymuyorum.”
Zerre mütevazilik taşımayan bu sözlere karşılık, “En yakın arkadaşı ve sevgilisi tarafından kandırılan birine göre büyük laflar bunlar,” dedim üstüne basa basa.
Benzi kül gibi soldu. “Ben aldatılmadım…” dedi buruk bir şekilde. “Yıkıcı bir dürtüye yenildim. Bir daha olmayacak.”
“Başka bir şey mi var?” diye sordum onu süzerek. “Üstüme yıkılacak gibisin…”
“İyiyim, merak etme.”
“Berk’e bir şey olmayacak,” diye söz verdim ona. “Bir dünya uzağına taşınsa bile yaşadığını bilecek ve varlığından nefes alacaksın. Acı verici de olsa sevilmediğini kabullen artık. Çocuk sevmiyor seni.”
Bir şey söylemedi. Hatta, tepki bile vermedi. Tekrardan kolumdan tutarak beni yukarı, Müdür Bey’in odasına doğru yönlendirdi. Kenan Bey de oradaydı. Oğlu kaybolduğu için endişeli olsa da öfkesi ağır basıyordu. Onun oğlunu kaçırmaya kim cesaret eder? Tek derdi buydu. Yine de babama kıyasla daha makul buluyordum kendisini. Daha az manyaktı.
İçeri girince biz daha ağzımızı açmadan, “Berk’ten bir haber mi var?” diye sordu. İkimiz de otoriter figürlerden korkmayı uzun zaman önce bırakmıştık.
Cemre, “Duru’nun bir fikri var,” diye bana pasladı. Güya ona yardım ediyordum. Kenan Bey’in önüne atarken yüzü bile kızarmamıştı.
“O serseriler bir işler karıştırdı değil mi?” Üstüme geldiğinde araya girecek mi diye bekledim ama girmedi. Cemre’nin sakinliği beni öyle böyle sinir etmiyordu.
“Evet…” dedim kısa bir duraksamanın ardından. “Ama yerini söylememişlerdi.”
“Oğlumun kaçırıldığını bilmene rağmen sustun mu?” O kadar sinirliydi ki kendini zor tutuyordu. “Bana bak…” dedi parmağını sallayarak. “Eğer Berk’e bir şey olursa pişman ederim seni.”
“Pekala,” dedim alttan alarak. “Kusura bakmayın… Haklısınız, daha önce söylemem gerekirdi.”
“Teyzenin hatırı olmasa ben sana yapacağımı bilirdim de…”
Cemre ilk kez araya girdi. “Ne yapardınız?” Tonlayışı beni bile tedirgin etmişti. Hani sanki… Kenan Amca da şaşırmıştı bir an.
“Çıkın dışarı,” diye bağırdı.
“İzin verirseniz…” dedi kaşlarını çatarak. “Sizinle gelip nasıl olduğunu kendi gözlerimle görmek istiyorum.”
“Ben de öyle,” diye atladım. “Başına bir şey geldiyse kendi gözlerimle görmek istiyorum.”
Bu kez gözlerini bana dikti. Bakışları öyle soğuktu ki iliklerime kadar titredim. Sahiden o kadar çok mu seviyordu?
3. Kısım
Sana ne kadar muhtaç olduğumun farkında değilsin. Sanırım yeterince gösteremedim. Huyum bu. Duygularımı kirletmişim. Günden güne eksiliyorum… Altın sarısı saçların, açık kahve gözlerin, içten gülüşün… Dudağımda dudağının izi kalsaydı bari. Günlerdir yoksun… Sen yoksan ben de yokum.
Ellerim titriyordu, fena bir durumdu bu. Kenan Amca’nın farkında olduğunu sanmıyordum. Önümden yürüyordu. Tek gördüğüm kendinden emin, sert duruşuydu. Nasıl otoriter… Tüm babalar bizim babamız gibi miydi? Hayır… Öyle olsaydı bir babaya sahip olmayı aşılacak bir engel olarak görebilirdim. Ve hepsine savaş açardım. Fakat değildi işte. Kenan Amca sevmemişti Berk’i. İnsan evindeki herhangi bir eşyaya bile zamanla alışırdı. Fakat o Berk’e bir gün olsun alışamamıştı.
Yürürken adımlarını kararsız atıyordu. Hurdalığa geldiğimizdeki etraftaki tekinsiz havayı soludum. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. Mutlaka… Ortalığa saçılmış eşyalara çarpa çarpa ilerledik, adını bağırıp çağırmak yerine teker teker bakmak istedim. Birkaç dilenci bize uzaktan, neler olup bittiğini anlamak istercesine baktılar. Kenan Amca tek gelmemişti. Yanımıza varmaya cesaret edemediler.
Uzaklarda eski bir minibüs gördüm. Mavi, beyaz şeritli… Kapısı bir anda açılınca yere yuvarlanan biri gözümüze çarptı. O olduğunu hemen anladım. Önce ben koştum. Kenan Amca arkamda mı kaldı emin değildim. Ali oradaydı, arkadaşları da… Gözüm hiçbirini seçmedi. Diz çöktüm, taşlı toprak dizimi kanattı.
Tutup kaldırmak istedim onu. Sanki gücüm yetecekti… Başını dizime koydum. Elime bulaşan kanı toprağa sürterek temizlemeye çalışıyordum. Ne yapacağımı bilememiştim. Yaralanmıştı ve karnında açılan kesik yüzünden kanıyordu. Ruhumdan bir parçayı zorla koparıp almaya çalışıyorlardı.
“Hayır,” diye geçirdim içimden, tekrar ve tekrar… Ambulansı aramışlar mıydı, Ali bıçaklamıştı onu, Kenan Amca bağırıp duruyordu etrafta, biraz sussa da kendi kendime konuşsam… Elimdeki bu leke de bir türlü çıkmıyordu! Leke… Çıkmıyordu!
Sana hiç gitme demedim. Ama kalmanı istediğimi biliyordun değil mi?
Yoğun bakımın önünde beklerken gözlerimi tavana dikmiş, beyaz ışığa bakıyordum. Floresan lamba anılarımı köreltmişti. Hep ondan… Hep fazla bakmaktan, kendi kabuğuma çekilmemden… Ambulansa bindiğimizi bile zar zor anımsıyordum. Teyzem elini dizime koymuştu. Ne ara gelmişti ki yanıma? Onu da hatırlayamıyordum.
“Cemre,” dedi Kenan Amca. “İçeriye bir kişi alabilirlermiş. Sen gir hadi.”
Yok, kalsın… Küstüm ben ona. Bir daha barışmayacağım.
Teyzem harekete geçirmek için arkamdan itekledi beni. Bakıp durma şu ışığa… Çocukken tedavi gördüğüm kliniği andırıyordu. Ne yapayım? Huyum kurusun… Berk’in bir lafı aklıma geldi şimdi. Ne zaman canını sıksam, “Dilin iğne gibi sipsivri,” derdi. “Korkma,” derdim ona. “Dikenim batmaz sana.” Ama batıyordu işte, kanatıyor ve sonunda bu hale getiriyordu.
Durumu ciddiymiş… Dokunmam yasak olmasa eğilip öperdim onu. Cihazların sesi kulağıma batıyordu. “Senin bende açtığın bu yara,” dedim elimi kalbime götürerek. “Asla iyileşmeyecek. Ve ben bu izi hayatım boyunca taşıyacağım. Nereye gidiyorsun? Sensiz yapamam… Sensiz ben tek bir adım bile atamam. Henüz veda etmek için erken. Doyamadım ben sana. Nereye gidiyorsun? Tek bir iz bile bırakamadım kalbinde. Terk edip gidiyorsun.”
ancak biraz daha texting’e kayarsa okumamız kolaylaşır diye düşünüyorum .