“Begonviller köyündeki korku hikayeleri… Belirli bir yerde yaşayan insanların başından geçen korku hikayelerinin anlatıldığı antoloji serisidir.”

Kızıl saçlı kız sırt çantasıyla köy sınırlarından içeri girdi. Sonbaharın ortasıydı, ağaçlardan sarı turuncu yapraklar dökülüyordu. Hava yağmurlu değildi ama nem hissediliyordu. Genç kız sabah koşusuna çıkmış ve nasıl olduysa kendini bir anda köyde bulmuştu. Üstünde açık mavi bir eşofmanla düz beyaz bir tişört vardı. Ormanlık yola girmek yerine doğrudan köy yolundan devam etti. Muhtar onu karşıladı, biraz istirahat etmesi için evine buyur etti. Yedirdi, içirdi. Adı Eylül’dü. En azından köydekilerin aklında o şekilde kalmıştı.

Etrafta dolaştıkları sırada muhtar köyün tekinsiz havasından söz etti. Hava kararınca mutlaka evde olması gerekiyordu, aksi takdirde başına kötü şeyler gelebilirdi. Tam üç harflilerden konu açıyordu ki… Eylül, “Ne olur anlatmayın,” diyerek sözünü kesti. “O tarz şeyler korkutur beni.” Hal böyle olunca muhtar bir şey diyemedi.

Evlerden birinin önünden geçtikleri sırada sapanla kuş avlayan kadını gördü. Bağırıp çağırıyor, tişörtüne topladığı ufak taşları kuşlara atıyordu. Genç kız, onunla göze gelmemek adına başını diğer tarafa çevirdi. Ancak bu sefer de muhtarın gülümseyen yüzüyle karşılaştı. İyiden iyiye tedirgin olmuştu.

“Artık gitsem…” dedi fakat muhtar ona havanın birazdan kararacağını anımsattı. Bunun üzerine, Eylül ne kalmaya ne de gitmeye cesaret edebildi. Muhtar köylülerden birinin evinde kalmasına razı geldi. Üç kızıyla yaşayan dul bir kadındı. Evi muhtarın eviyle bitişikti ve yıldızları pek barışmazdı. Yine de, genç kızı evinde misafir etmeyi kabul etmişti.

Eylül önce kızlarla tanıştı: Canan, Buse, Ebru. Sırasıyla yirmi, on altı ve on beş yaşındaydılar. Çok tatlı ve sevecenlerdi. Öyle ki, genç kızın üstündeki gerginlik uçup gitmiş fazla evhamlandığına karar vermişti. O gece kızlarla birlikte yer yatağında yatacaktı. Kadın perdeleri örterken geceleri olur da uyanırsa dışarıya bakmaması gerektiğini tembihlemeyi unuttu. Karanlık çökünce dışarı çıkılmazdı. İnsanlar evde, onlar dışarıda kalırdı. Tüm gece ayak sesleri duyulurdu. Ama ritmik bir halde değil, daha çok sürü halde gezerlerdi. Hızlı adımlarla… Bu sese alışmak zor değildi. Çünkü bu kurallarla büyütülmüşlerdi.

Eylül gecenin bir vakti bu seslere uyandı. Önce gözlerini açıp sağa sola bakındı ve köyde bir ailenin yanında kaldığını anımsadı. Uyanırken fazla ses çıkarmamıştı, bir anda gözleri açılıvermişti. Diğerlerini rahatsız etmemeye çalışarak doğruldu. Adım sesleri bir anda kesilivermişti. Tek duyduğu pencereye vuran bir şeyin sesiydi. O da zar zor…

Ayaklandı ve pencereye doğru ufak adımlar atarak perdeyi hafiften kaldırdı, gerçekten de bir kelebek cama vuruyordu. İçeri girmeye çalıştığı belliydi. Daha dikkatli bakınca kelebeğin güzelliğine hayret etti. Mavi siyah renkte, kocaman kanatlı… Kelebeğin büyüklüğü onu hayrete düşürdü. Neredeyse bir insanın avucu kadardı. Ona dokunmak istedi, hatta mümkünse alıp yanında götürecekti. Camı aşağıdan hafifçe kaldırdı ve içeri girdiğinde böceği avucuna aldı.

Kanatlarına bakmaya çalışırken bir an kafes yaptığı parmakları gevşedi ve dışarı kaçıverdi. Eylül onu gözüyle takip etti, kapıya doğru uçtuğunda içgüdüsel olarak o da o tarafa doğru yönelmişti. Evin ahşap merdivenlerinden aşağı indi, dış kapıya kadar geldi. Ailedeki hiçkimseyi uyandırmamıştı henüz. Uykularının bu denli ağır olmasına hayret etmişti. Kelebek dışarı kaçtığında tereddüt etti. Ama merakı ağır bastı ve ayağına bir terlik geçirerek peşinden gitti. Kelebeği yakalama arzusuyla yanıp tutuşuyordu.

Bahçe kapısından çıktı ve kelebeği takip etti. Toprak yoldan yukarı çıktı, yürüdükçe yürüdü. Artık ev gözükmüyordu bile. Köyde sağır edici bir sessizlik hakimdi. Telaşla arkasına bakındı. O durunca kelebek de hareket etmeyi kesmişti. Eylül öylece kalakaldı, şimdi birbirlerine bakıyorlardı.

“Sen…” Titredi. “Sanki…”

Beyni uyuşmuştu. Kelebek yeniden hareket ettiğinde onu takip etme isteğine karşı koyamadı. Bu sefer öncekine kıyasla çok daha hızlıydı. Kadının evini görünce o kadar rahatladı ki ağlamaya başladı. Kelebek kaşla göz arası ortadan kaybolmuştu. Eylül terliklerini çıkarıp eve girdi, kapıyı arkasından kapatmadığı için kimseyi uyandırması gerekmemişti. Olağanüstü bir sessizlikte ahşap merdivenlerden yukarı çıktı, tekrardan yatağa girdi. Üstüne çöken dehşet hissi nihayet kaybolmuştu. Açtığı pencereyi ise kapatmayı unutmuştu.

Sabah olunca evdeki çığlıklar ortalığı inletti. Evin içine binlerce kelebek doluşmuştu. Her yerdelerdi ve hepsi de kızın rüyasında takip ettiği mavi siyah kelebeklerdendi. Kadın onları kovalamaya çalıştı ama baş edilecek gibi değildi. Eylül ne yapacağını bilemedi, eli ayağı buz kesmişti. Dün olanları anlatmak istediyse de verecekleri tepkiden korktuğu için susmak zorunda kaldı.

Kadın kızlarına durmadan bağırıp çağırdı. Pencereyi kimin açık bıraktığını sordu. Eylül içindeki vicdan azabını zar zor bastırarak sebebini sordu. Canan, “Karanlık çökünce onlar dışarı çıkarlar,” diye açıkladı. “Biz de kapıyı, pencereyi her zaman kapalı tutarız. Dün biri içeri girmiş, diğerleri de arkadan doluşmuş.”

Karnına bir ağrı saplandı. “Ama onlar kelebek,” dedi kıvranarak. Canan kızın ellerinden tuttu, beti benzi atmıştı korkudan.

“Hoca çağıracağız. Evi de ilaçlatırız, bir şeycik olmaz. Sen gönlünü ferah tut.”

Daha sonra, kardeşlerine dönerek, “Kelebeği takip etmediniz değil mi?” diye sordu. Ebru ve Buse başlarını hayır dercesine salladılar. Huzursuz oldukları yüzlerinden belliydi.

Eylül alacağı cevaptan korkarak, “Takip ederlerse ne olur ki?” diye sordu.

Canan tahtaya vurdu. “Kelebek üç harfliyse musallat olur ona.”

“Pencereyi sen açmadın değil mi?” diye sordu evin en küçüğü, Ebru. Genç kız ne diyeceğini bilemediğinden yalnızca başını iki yana sallamakla yetindi. Fazla üstüne gitmediler. Tepkisini normal karşılamışlardı. Dışarıdan gelenler bu hikayelerle büyütülmemişti sonuçta.

Eylül etrafta biraz dolaşmak için izin istedikten sonra yan evdeki muhtarın kapısını çaldı. Ondan başka yardım isteyeceği kimse yoktu. Ailenin tepkisiyle karşılaşmak istemiyordu. İlaveten, onlara üst üste yalanlar söylediği için huzursuzdu.

Muhtar kızı içeri buyur etti. Anlattıklarını dinledikten sonra kelebeğe dokunup dokunmadığını sordu. Eylül derin bir nefes aldı, boğulacak gibiydi.

“E…Evet,” dedi kekeleyerek. “Elimle yakaladım ama sonra kaçtı. Aileye musallat olmasından korkuyorum.”

“Aileye değil, sana musallat olurlar.”

Nutku tutuldu. “Gitsem peki?”

“Dokunmasaydın köyden çıkıp gitmene müsaade ederdim,” dedi sakin bir dille. “Cinler köye bağlıdır, lakin onlarla temasa geçtiğin için ruhu peşine takılacaktır. Sana bunları dün iyice izah edemedim. Bu gece kelebeği yakalayıp bir kavanozun içine koy. Tek oluru bu.”

“Nasıl yakalayacağım, peki?”

“Bir daha gelecektir. Akşam olduğunda pencereyi açık tut ki içeri girebilsin. Yakalayıver sonra.” Muhtar bir süre susup kuşkulu bakışlarla kızı süzdü. “Bunu benden başkasına anlattın mı?”

“Hayır, yalnızca size…”

“Pekala,” dedi memnun bir şekilde. “Biraz evhamlılar. Atla deve değil, halledersin. Yalnız… Sakın belli etme, yoksa kapı dışarı ederler seni.”

Eylül muhtarın evinden ayrılıp ailenin yanına döndü. Akşama doğru kelebeklerin hepsi gitmişti. Yorulduğunu bahane ederek bir gece daha kalmak için onlardan müsaade istedi. Kızı sevmişlerdi, arzu ettiği kadar kalabileceğini söylediler. Eylül karanlık çökene kadar kızlarla vakit geçirdi. Yataklar kurulunca kadın ve kızları pencerenin kapalı olduğunu ayrı ayrı kontrol ettiler, ona da pencereden uzak durmasını tembihlediler. Eylül’ün içini yeniden bir korku kaplamıştı. Ama kendini sakinleştirdi ve diğerlerine durumu çaktırmadı.

Bu kez gözlerini neredeyse hiç kırpmadan yatmayı düşümdü fakat birkaç saat sonra içi geçti. Onu uyandıran pencereden gelen sesti. Tıpkı, dün geceki gibi… Adım sesleri ayaklanıp pencereye doğru yaklaştığı sırada kesildi. Eylül kelebeği gördü, hala o kadar güzeldi ki… Pencereyi hafiften aralayarak odaya girmesine izin verdi. Onu yakalamak için eliyle bir hamle yaptı ama bu sefer o kadar kolay değildi. Kelebek tavana kaçtı, daha sonra kanatlanıp tıpkı dün geceki gibi kapıdan içeri süzüldü. Eylül de peşinden fırladı. Ne pahasına olursa olsun kelebeği yakalamak zorundaydı. Aşağı inerken fazla ses çıkardı, yine de zor da olsa yakalayabilmişti. Avucundaki kelebeğin çırpınışlarına rağmen parmaklarını aralamadı. Mutfaktan bulduğu kavanozun içine hapsederek kapağını sıkıca kapattı. Nefes alması için bıçakla üstünü delmişti.

Alt katta uyuyan kadını uyandırmıştı. Ona doğru geldiğini duyunca kavanozu ekmekliğin arkasına saklandı. Su içmek için mutfağa indiğini bahane ederek kadından özür diledi, neyse ki uyku sersemi kadın bunu sorun etmemişti. İyice rahatladı, artık daha fazla bu köyde kalmak zorunda değildi. Kavanozu sırt çantasına koydu ve merdivenlerden yukarı çıkıp yatağa yattı. Sabaha kadar deliksiz bir uyku çekti.

Gün ağarınca gözlerini araladı. Genç kız, tavandaki kelebeklerle göz göze gelince neredeyse çığlık atacaktı. Çürümüş bir koku aldı. Midesi ağzına geldi, neredeyse kusacaktı ama kendini bir şekilde sakinleştirmeyi başardı. Doğrulup neler olup bittiğine bakmak istedi. Ona söyleneni yapmıştı. Buna rağmen kelebekler evi istila etmişti.

“Pencere,” diye geçirdi kendi kendine. Yine kapatmayı unutmuştu. Kadın ve kızları ortalığı velveleye vermediğine göre henüz uyanmamış ya da bu durumu fazla sorun etmemişlerdi.

Eylül kalkar kalkmaz yataklarında yatan kızlara baktı. Ebru, Buse, Canan… Üstlerinde binlerce kelebek vardı ve kıpırdamadan yatıyorlardı. Yanlarına yaklaştı, eliyle kelebekleri kovmak istedi. Birkaçı uçtu sahiden. Eylül Canan’ı omuzlarından tutup kaldırdı ama dokunduğu şeye insan demek mümkün değildi. Ağzı, yüzü, derisi… Kelebekler onu canlı canlı yemişti. Tuttuğu şey etten bir bedendi sadece. Ebru ve Buse de… Ağzından bir inilti çıktı ama bağıramadı. Vücudu korkudan titriyordu.

Can havliyle kendini aşağı attı. Yatağında yatan kadını gördü. Kelebekleri, her yerdelerdi. Kaçmaya çalışırken düştü, ellerinden destek alarak ayağa kalktı ve dehşet içinde evden dışarı çıktı. Nefesini topladı, sonra öyle bir çığlık attı ki köylüleri ayaklandırdı. Durmadan bağırdı, ses telleri kopacaktı.

İlk gelen muhtar oldu. Kız ona derdini anlatmaya çalıştı ama ağzından tek bir anlamlı kelime çıkmıyordu. Muhtar eve girdi, bir süre sonra elinde kızın sırt çantasıyla çıkageldi. Ağlamaktan bitap düşmüş kızın başını okşayarak, “Artık gidebilirsin,” dedi. “Onu kavanozda tuttuğun sürece peşine takılamaz. Ama sakın öldüreyim deme. Zaten ömürleri kısadır, bırak eceliyle ölsün.”

Eylül parmağıyla evi işaret etti. “Anne… Kızlar…”

“Pencereyi açık mı bıraktın?” Neredeyse tebessüm eder gibiydi. “Olan oldu. Yapacak bir şey yok. Hadi, selametle.”

Genç kız sırt çantasını aldı, geldiği yolu kullanarak köyün dışına çıktı. Yüzünde hiçbir duygu yoktu. Tamamen ruhu çekilmiş gibi, hafiften yalpalayarak yürüyordu. Kavanozsa hala daha onunlaydı.

***

Anahtar kelimeler: korku hikayeleri, kısa korku hikayeleri, yaşanmış korku hikayeleri, korku, hikaye, Begonviller köyündeki korku hikayeleri

Devamı için: Begonviller köyündeki korku hikayeleri