Evimin az ötesindeki marketin yolunu tuttum. Saçım başım dağınıktı, sarhoş değildim ama hafiften yalpalayarak yürüdüğüm için insanlar öyle sanmış olsa gerekti. Uykusuzluktan ve yeterli beslenememekten göz altlarım kararmıştı. Bir deri bir kemiktim. Hırkam bana bol gelmeye başlamıştı. Beni görenler yirmisinde bir adamın kendini bu denli bırakmasına içten içe acırlardı. Halbuki çocuklarına beni örnek gösterirlerdi. Saygılı, efendi bir gençtim. Derslerimde fevkalade başarılıydım. Tıp kazanmam kesindi. Babam tıp fakültesine girince bana araba alacağına dair söz bile vermişti. Velhasıl, bir hevesin peşinden sürüklenip bu hale gelmiştim. Vaktin yapma, etme demişlerdi, ailem perişan olmuştu bana laf anlatmaktan. Ne dedilerse kulak asmadım. (İyi halt ettim.) Çıkardığım bir kitap da yoktu ortada. Tıp da kazanamadım. Kendi kendimi bitirdim.

Markete girdiğimde dışından değil içinden konuşan insanların bana nasıl baktığını gördüm. Yine de aldırmadım. Başka bir gerçekliğin içinde yaşıyordum. Daha fazla kahve ve hazır makarna aldım. Bir süre daha evde kalmaya ihtiyacım vardı. Sepeti ağzına kadar doldurduktan sonra kasaya geçtim. Kasiyer kız bir bana bir de elimdeki kredi kartına baktı. Çalıntı olduğunu düşünmüş olacak ki temassız geçmedi. Şifreyi girmem için pos cihazını uzattığında, “Affedersin,” dedi gayriihtiyari. İlkokulda farklı şubelerdeydik ama mahalleden tanışıklığımız vardı. “Bir an çıkartamadım,” diye düzeltti.

“Sorun değil,” dedim. “Şu aralar at hırsızı gibi görünüyorum.”

Hafifçe kıkırdadı ve bana hak verircesine, “Yok canım,” dedi. Kısa bir hal hatır faslından sonra poşetleri yüklenerek marketten çıktım.

Yolda Çağrı’ya rastladım. Takım elbisesi, düzgünce taranmış saçları ve üstüne boca ettiği pahalı parfümüyle alıklığı beş metre öteden anlaşılıyordu. Kol saati gözüksün diye gömleğinin kolunu kıvırmıştı. İşler onun için fena gitmiyordu. Zaten her zaman çenesiyle işi götüren tiplerden olmuştu. Lisedeyken kızlar dibinden ayrılmazdı. Dersleri de boş vermiş, gezip tozuyordu. Yazarlık için beni motive etmişti. Hakkını yiyemem. Annesi iş dünyasındaki başarılarından övgüyle söz ederdi. Tam bir patron yalakası, dibinden ayrılmaz, sağa sola laf taşıyarak aradan sıyrılırdı. Hiç değişmemişti. Yıllar sonra bile arkadaşının sevgilisine sulanan, kaypak herifin tekiydi.

Çağrı beni dostça selamladı. Keyfine diyecek yoktu. Zamanında onun için adam olmaz demişlerdi. Nereden nereye… İş güç sahibi olmuştu. İyi bir yaşam sürüyordu. Takım elbisesi vardı bir kere. Doğru zamanda doğru hamleyi yapmıştı. Sırtlan yavrusu önce halimi hatrımı sordu, kitabım için başarılar diledi ve çıkar çıkmaz satın alacağına söz verdi.

Kitaptan bahis açılması beni huzursuz etmişti. Tenime batan hırkayı çekiştirdim. “Sende ne var ne yok?” diye sordum laf olsun diye. Suratına renk geldi. Tak, tak sıralamaya başladı.

“İyidir dostum, ne olsun. Üniversite bitti işte. İşe girdim, maaşı fena değil. Araba taksiti falan derken sıkışığım şu aralar. Yaza da düğünümüz var. Onun da bir sürü masrafı…  Kayınpeder destek çıkarım dedi gerçi. Sağ olsun. Babadan kalma evlerden biri satarız belki.”

Sarsıldım. “Kiminle evleniyorsun?”

Alttan alta güldü ama uzaktan gören bu gülüşü başka yorumlardı. Sanki verdiği borcu geri istermiş gibi, “Dostum,” dedi. “Duru’yla evleniyorum. Sorun yok değil mi o konuda? Üstünden bin yıl geçmiştir.”

“Hangi mevzu?” dedim. “Kimden bahsettiğini çıkaramadım sadece.”

Hafif öfkelenerek, “Duru…” dedi. “Liseden.”

“Liseden beri aynı kızla mı berabersin? İyiymiş.” Beti benzi attı. “Çok aşıksa… Maddi durumunu sorun etmez.” 

“Sen de hemen öldürdün beni. O kadar sıkışık değilim.”

“Henüz bir yayıneviyle anlaşmadım. Birikimim de suyunu çekti sayılır. Ama lazımsa bir şeyler ayarlamaya çalışırım.”

Benim üzerimden mutlu olmasına müsaade etmediğim için sinirlenmişti. Bakışları ipleri sökülü siyah hırkama takıldı.

“Bu halinle…” dedi tiksinerek. “Sen mi bana destek çıkacaksın?”

“Çıkamam, haklısın. Konuyu açınca bir şey diyemedim.”

Renkten renge girdi. En sonunda, “Havanı seveyim senin,” dedi. “Duru’ya yanıksın. Bir tarafına takmıyormuş gibi yapınca anlaşılmıyor mu sanıyorsun?”

Onu kaile almadan yoluma devam edecektim. Çağrı önümü kesti. “Dün annen benimkini arayıp iş dilenmiş sana. Haberin var mı? Leş gibi yaşıyormuşsun. Ama gururundan tek laf edince bozuluyorsun. Senin huyuna sokayım. Lisede kızlarla tek kelime konuşamazdın. Duru’yla aranızı ben yaptım. Ne oldu sonra? Yoktan yere ayrıldın kızdan. Sen onu terk ettin. Ama benim namussuzluğum, kalleşliğim kalmadı.”

Sertçe ittiğimde neredeyse yere kapaklanacaktı. “Yavşak…” dedim. “Gördüm sizi. O yüzden ayrıldım kızdan.”

Arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Nedense kendimi kuş gibi hafif hissetmiştim. Belki de onları gördüğümü söylemeye ihtiyacım vardı. Cesaretimi toplamam gereken tam da bu andı.

Eve gidince odamı toparlamaya karar verdim. Kirli olan her şeyi siyah bir poşetin içine attım. Poşetleri kapının önüne bırakırken bu kadar çöp biriktirdiğim için kendime kızdım. Ne gereği vardı halbuki. Tek yapmam gereken atıp kurtulmaktı.

Son kez klavyenin başına geçtim. Elli bin küsür kelimelik kitabımın taslağını tek tuşla sildim. Bunun temizliği daha karmaşıktı. Cemre’nin hayatına da bir değişiklik katma zamanı gelmişti. Başımı kaldırıp akşam güneşine baktım. Yazmaya başladım, o kadar çok, o kadar seri yazdım ki bir kez daha başımı kaldırdığımda gün doğmak üzereydi. Parmaklarım kilitlenmişti ve ne yapmak istediğime karar vermiştim.

Düşünüyorum, öyleyse… 

Son dersimiz matematikti. Tahtada yazılı olan problemi çözdüğüm sırada kalemim benden bağımsız hareket ederek (tamamen özgür irademin dışında) anlamsız işaretler karalamaya başladı. Çocukken uydurduğum alfabeye benziyordu. Elim bir anda kilitlendi, kalem kağıtta titrek bir iz bıraktı. Boğulacak gibi oldum.

“Cemre…” Kalemin arkasıyla tahtaya vurdu. Tak, tak, tak. Üç kere. “Dikkatini ver. Bu soru sınavda çıkabilir.”

Kimdi bu? Çıkaramadım. Siyah, belli belirsiz bir silüet, baktıça uzayıp inceliyordu. Sınıfın ortasında süzülen bir hayalet gibiydi. Gözleri yoktu, iki siyah çukurdan ibaretti. Tahtadaki problemi işaret ediyordu. 

Bir kez daha baktım ama hiçbir şey anlamadım. Harfler, rakamlar karman çorman olmuştu ve sayılar üst üste binerek anlamamı imkansız hale getirmişti.

Sınıfın geri kalanına göz gezdirdim. Sıralarında oturan siyah silüetlere, panodaki yazılara, İstiklal Marşına… Ellerim terden sırılsıklam olmuştu. Şimdi hepsi birden gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Neden yüzleri yoktu? Ya da neden sadece bende vardı?

 “Geometriyi boş vermeyin. Otuzlu netleri başka türlü göremezsiniz.” Bir kez daha tahtaya vurdu. “Anladın değil mi Cemre?”

Cemre… Ne tuhaf bir isim. Birkaç defa zikredince bana ait değilmiş gibi.

Soruyu çözerken onu taklit ettim. Ancak sayılar düzelmemişti. Bütün insanlar emeklemeye başlasa ve bu normal kabul edilse adapte olmam kısa sürerdi. Yürümeyi bildiğim için pekala emekleyebilirdim de. Ama yeni bir alfabe…Tekrardan okuma yazma mı öğrenecektim?

Defterimdeki yazıyı karalayınca eski halime döndüm. Arzu Hoca. Dört senedir derslerimize giriyordu. Matematiği bana o sevdirmişti. Sert bir mizacı olsa da üzerimdeki etkisi tartışılmazdı.

Zil çalmasına yakın okul bahçesini gözetledim. Her şey olması gerektiği gibiydi.  Servisler doluşmuştu, inenler birbirleriyle lak lak ediyordu. Kimse bana bakmıyordu.

Bahçenin ortasında duran siyah silüeti görünce aklım başımdan gitti. Başta bir karartıydı, bakmaya devam edince insana dönüştü. Saçı başı dağınık, kumral, uzunca. Gözlerini ayırmadan, doğrudan benim olduğum pencereye bakıyordu. Korkudan taş kesildim.

Zilin çalmasıyla ikinci kez kendime geldim. Kalemlerimi, defterlerimi toplayıp çantama tıktım ve hala beni izliyor mu diye penceredeki kişiye göz attım. Kimse yoktu. Tabii ki, öyle olması gerekirdi. Sınav senemde sıkıntıdan kendime sorun üretiyordum. Ev, okul, dershane… Günler geçmek bilmiyordu. (Bunun herkese olduğunun farkındaydım. Zaten ben de herhangi biriydim.)

Çağrı kapının ağzında bekliyordu. Sabırsızca seslendiğinde aceleyle yanına gittim. Oyalandığım için kızdı ve sanırım ceza vermek için koluma girmedi.

Aşağı indiğimizde, “Ayrılmak istiyorsan,” diyecek oldum. Ters bir bakış atarak susturdu beni.

“Taktın sen de.” Tekrardan konuşacak cesareti bulmam biraz zaman aldı.

“Nedense öyle hissettim.” 

Bu defa, “Ayrılmak isteyen sensin bence,” dedi soğuk bir şekilde. “İstiyorsan ayrılalım. Ama beni bahane etme.”  

İnsanları alttan almak ve onları hayatımdan çıkaramamak benim zayıflığımdı. “Yok, hayır. Neyse… Kavga etmeyelim, olur mu?”

“Sana bağlı bu.” Hoşça kal bile demeden yanımdan ayrıldı. 

Duru kendi servisinin oralarda bekliyordu. Beni görünce gülümseyip el salladı ve yanına gelmemi işaret etti. “Gerginliğiniz buradan bile belli oluyor,” dedi kolumu sıvazlayarak. “Kavga mı ettiniz gene?”

Çantamı çıkarıp ayaklarımın dibine koydum. “Canım sıkkın. Ona yansıtıyorum galiba.”

Duru, “Sınav stresindendir,” diye rahatlattı beni. “Dershaneden ödevi dayadılar yine. Nasıl yetişecek bilmiyorum. Yarına bir de. Sen yaptın mı?”

Konunun ani değişimine karşılık, “Şu sıralar ödev yapasım yok,” dedim afallayarak. “Hatta, okula bile zorla geliyorum.”

“Evet… Bana da oluyor.”

 “Hep aynı şeyler,” dedim sıkıntılı bir sesle. “Artık bir değişiklik istiyorum hayatımda.”

Meraklandı. “Ne gibi mesela?”

“Valla gerekirse kafam kopsum ama bir şeyler olsun.”

Duru güldü. “Sen belanı arıyorsun bence.”

“Sana da olmuyor mu?” diye sorduğumda suratını astı. 

“Cemre oluyor da… Sınav stresinden işte.” Koluma girdi. “Üniversiteyi kazanınca rahatlayacağız. Kendimi öyle motive ediyorum. Yazın sabahtan akşama kadar dizi, film izleyeceğim. Uykuyu da özledim. Sabahları sıcak yatağımla bakışıyoruz. Gitme diyor bana. Olmaz diyorum ben de. Gelemem.”

Ne diyeceğimi bilemediğim gibi tebessüm etmekle yetindim. Duru,“Baydın ama,” dedi kendini benden uzaklaştırarak. “Mezuna kalıp bir sene daha mı çalışacaksın? Bu sene hayattan kopacağız, başka çaremiz yok.”

“Annemler gibi konuştun.”

“Tıp bekliyorlar senden. Üstündeki baskıyı tahmin edebiliyorum. Bizimkiler kazansan yeter kafasında.”

“Tıp olur, mühendislik olur. Ailem için sıralama önemli.”

“Yaparsın sen.” Kolumu sıvazladı. “Zeki arkadaşım benim…”

Bakışlarım okulun çıkış kapısına kaydı. “Zihnen bu ülkenin belirli bir şehrinin, belirli bir bölgesine hapsedildiğini düşünmüyor musun hiç?”

Duru alaycı bir şekilde, “Eyvah,” dedi. “Biliyorum ben bunu. Kendini herkesten farklı görme sendromu. Ders çalıştığım için sisteme boyun eğen bir koyun muyum?”

“Alakası yok,” dediğimde sinirlendi bu kez. 

“Ya demeyim diyorum ama… Neden moralimi bozup duruyorsun? Senin kadar zeki değilim kusura bakma. Tek derdim sınavdan yüksek not almak. Böyle şeylerle vakit kaybedemem.”  

Çağrı da aynı tonda azarlamıştı beni. Belki de haklılardı. Saçma sapan düşüncelerin içinde kendimi diğer insanlardan koparmış ve onların gözünde deli konumuna düşmüştüm.

“Haklısın… Özür dilerim.” Bakışları yumuşadı.  

“Neyse, doğum gününde küs ayrılmayalım. Kendine iyi bak, olur mu?” Servisi geldiği için hemencecik bana sarılıp gitti. Arkasından dalgın dalgın bakmakla yetindim.  

İzlendiğim hissi geçmek bilmiyordu. Dahası güven veriyordu artık.

Eve girerken annem kapıda önümü kesti. Dershanedeki deneme sınavında sınıfta ikinci, genelde beşinci olmuşum. Annem notlarımdaki ani düşüşün sebebini sordu. Bir yandan da beni yeterince üstüne düşmemekle suçladı.   

“Kötü değil ki,” dedim ayakkabılarımı çıkarırken. Gözlerini bana dikmişti, gerginlikten dizleri titriyordu.

“Ama daha iyi olabilirdi. Az gayret etsen birinci olman işten bile değil.”

“Daha ne yapabilirim?” dedim bıkkınlıkla. “Sabah akşam ders çalışıyorum.”

Sözlerim onu daha çok kızdırdı. “Çalışacaksın tabii. Ben mi giriyorum sınava? Zamanında bana da biri ders çalış deseydi ah… Sana diyorum Cemre, beni duyuyor musun? Başını taşlara vurursun ileride. İyiliğin için söylüyorum kızım. Bu kadar çalışmaya tıp kazanılır mı?”

Çok bunalmıştım. Montumu yere fırlattım. “Tıp değil, konservatuar okumak istiyorum. Netlerim rezalet olsaydı benim için uçuk bir hayal olmazdı bu.”

Kan beynine sıçradı. “Bilerek mi dersleri savsakladın?”

Doğru düzgün kendimi anlatmayı bile beceremiyordum. Bu yüzden hayatımdaki her şey kontrolüm dışında gelişiyordu. “Anne,” dedim yalvarırcasına. “ Neden bana destek olmuyorsun?”

“Kızım kendine yazık etme. Müzik boş bir heves. Hobi olarak zaten yaparsın.”  

Tartışmanın bir yere varamayacağını anlayınca kabul etmek zorunda kaldım. “Peki, tamam. Söz bir dahakine düzeltirim netlerimi.”

Tavrımı değiştirince hemen yumuşadı. “Babana pasta aldırdım,” dedi başımı okşayarak. “Yemekten sonra doğum gününü kutlarız.”

“Hediye alacak mısınız? Bilgisayarım yok.” 

 “Sınavların bitince alacağız. Birkaç ay kaldı zaten. Sık dişini.”

“Beş ay,” diye düzelttim.

“Hele sınava gir de.”  

Odama geçince çantamı bir kenara fırlatarak üstümdekileri bile çıkarmadan yatakta uzandım. Zihnimi toparlayana kadar geçirdiğim bu dakikalar günün stresinden uzaklaşmama yardımcı oluyordu.

Sahnede hayal ettim kendimi. Altın rengi bir mikrofonum vardı. İlkokuldayken sınıftan bir arkadaşım yılbaşı hediyesi olarak almıştı. Odamda şarkı söyleyerek geçirdiğim saatlerde tutkumu keşfetmiştim nihayet. Hayatımın sonuna kadar takip edeceğim yolu… Belki doktorluğu da becerebilirdim. Fakat farkındaydım, hiçbir başarıda parmak uçlarıma kadar titreyemeyecektim. Altın mikrofonum odamın köşesinde duracak, ona baktıkça iç geçirecektim.

Yine de tıp kazanmam gerekiyordu. Üniversitede müzik kulübüne yazılacak, kendimi sosyal medyada geliştirecektim. Para kazanabileceğimi kanıtladığım an annemleri ikna edip bölümü bırakacaktım. O zamana kadar saatlerimi harcamam gerekiyordu. Beş ay kalmıştı sadece. Sabredebilirdim. Göz açıp kapayıncaya kadar biterdi.

İzlendiğim hissine gelirsek… Onlar da bendim. Benliğimin yansımasıydı. Kırık parçalardan sızan vaktimi boşa harcadığımın farkındalığıydı. Nasıl da bunaltıcı! Duru haklıydı. Bu düşünceler insanın üstüne hastalık gibi yapışıyordu.

Uzandığım yataktan kalktım ve gardırobumdaki aynaya doğru ufak adımlar attım. Bir an için yansımam kıpırdasa ve mikro saniyelik gülümsese… Korkmazdım, hayır. Durduğu yerden nasıl göründüğümü sorardım. Hangimiz içeride hangimiz dışarıdayız? Yansımam benden korkarsa cevabımı alırdım.

“Cemre,” dedi uzaklardan bir ses. Tanıdık ve bir o kadar da yabancı. İsmim kulağa garip geliyordu, ellerime bakıyordum ve insan olmak tuhafıma gidiyordu. Şu an kapıdan çıkıp koşturmak, çığlık atmak, kendimi pencereden aşağı sarkıtmak istiyordum. Bana engel olan dürtüyü ise tanımlayamıyordum.

“Anne,” diye bağırdım mutfağa doğru. “Meyve getirir misin?”

Kendimi toplayıp masama oturdum. Test kitaplarımı ve kalemlerimi masaya döktüm. Her akşam çözmem gereken soru sayısı belliydi. Son aylara doğru tarih, coğrafya da çalışmaya başlamıştım. Her soruda beni bunaltan düşünceler biraz daha silikleşiyordu. Normalleşiyordum.

Annem odama meyve getirdiğinde hırsla test çözüyordum. Saçlarımı okşadı ve yanağımdan öptü. İyi gidiyordum ve netlerim de fena değildi. Konsantrasyonumu toplamıştım. Akşam yemeğine kadar durmadan çalıştım.

Yemekte annem ve babam gündelik konulardan sohbet ederken sessiz kalmakla yetindim. Yaş pastam meyveliydi. Keşke çikolatalı alsalardı! Bir dahakine artık. Mumları üfledikten sonra kendimi dilimimi ve çayımı alarak odama çekildim. Çalışmam gerekiyordu.

Hava kararınca annemlerin sesi iyice kesildi. Odamın kapısını kapattım ve olabildiğince sessiz bir şekilde çalışmaya devam ettim. Boş tatlı tabağını, çay bardağını üst üste yığdım. Günlük hedefime ulaşınca saate baktım. İkiye geliyordu.

Dershanem yüzünden hafta sonları da doğru düzgün uyuyamıyordum. Sınavlardan sonra günlerce uyumayı planlıyordum. Bir sürü dizi, film izleyecektim. Hepsi beni bekliyordu.

Duru’nun sözleri aklıma gelince tebessüm ettim. Sanırım herkes için geçerliydi bu. Gerçekten kendimi farklı sanma hastalığına yakalanmış olabilirdim.

Masadaki dağınıklığı toplarken mavi tükenmez kalemim yere düştü ve yatağımın altında yuvarlandı. Eğilip alma zahmetine girmedim bile. Ama kırmızı kalemim de peşi sıra düşünce bu kez dizlerimi kırıp yatağın altına göz attım. Mavi olan uzaklara gitmişti. Diğerini uzanıp alacağım sırada bir kitap dikkatimi çekti. Onu kendime doğru çekerek yatağın üstüne koydum. Kalın, kırmızı ciltli bir kitaptı ve yepyeni gözüküyordu. Üstünde toz da yoktu. Demek ki, yakın bir tarihte oraya konulmuştu.

İçine bir bakmaya karar verdim. Ön sayfasına bir not düşülmüştü. “Sonuncu doğum gününde benden bir hediye… Sevgilerle, Yazar.”

Sırtımdan aşağı bir ürperti gezindi. Kitabı enikonu inceledikten sonra yazara dair bir ipucu aradım fakat bulamadım. İlk sayfasında yazanları okuyunca tedirginliğim hat safaya ulaşmıştı. Öyle ki, gecenin köründe neredeyse çığlık atacaktım.

Kitapta yazanlar benim bile zar zor hatırladığım bölük pörçük hatıralardı. Elimle ağzımı kapatıp gülmeye başladım. Delirmemiştim işte! Bir şey olmuştu hayatımda.