On iki sene önce; kavurucu yaz sıcaklarının yaşandığı bir pazartesi günü; ciğerimizi çürüten, pis bir kokuyla uyandık. Hani bazı pislikler vardır, orada olduğunu bilirsiniz ama görmezden gelmekten başka çareniz yoktur. Bizim için de öyle oldu. Tatlı rüyalarımızdan uyandırıldık ve bizden bin yıl önce alınanı yeni kaybetmişiz gibi karalar bağladık.
Deniz Mavisi için kangren olmuş kolumuzu kestik dediler ancak yıllar gösterdi ki ülkenin tamamına zuhur eden bu hastalık bizi öldürürken onları sakat bırakmıştı. Fakat bunu görmek yerine birbirlerinden nefret etmeyi seçmişlerdi.
İşgal sabahı, kardeşimle oturma odasındaki kanepeye yayılmış televizyon seyrediyorduk. Gözüm işe gitmek için hazırlanan babama kaydı. Sabahları -farkında olmadan- kendi içinde bir rutini tekrarlardı. Askılıktan şapkasını (kışsa beresini ve atkısını da) alırdı, bir eliyle çantasını ve sefertasını kavrar, diğeriyle kapıyı açardı. Sırtını kapıya dayayınca boşta olan eline çantasını geçirirdi. Dış kapıya yürüyene kadar yazsa hafif, kışsa ağır adımlar atardı. Tonlaması aynı olurdu. Tak, tak, tak. Bahçe tarafının zincirini kaldırırdı. Silikleşen adımlar. Tak, tak… Çok geçmeden biz de okula gitmek için hazırlanırdık.
Hava felaket sıcaktı. Alnımızdan boşalan terler de cabası. Babam kapıyı açtığında bile esmemişti. Her sabah olduğu gibi gülümseyip el salladım ve hayırlı işler diledim. Kardeşimse pek oralı olmadı. Dirseğimle onu dürttüğümde bile gözünü televizyondan ayırmadı. Kapı kapandığında arkasından bağırmakla yetinmişti.
Derken babam gitti, gidişi o kadar tekdüzeydi ki hiçbirimiz fark edemedik arkasında gezinen gölgeyi.
Geçen sene yine bu zamanlar, kardeşimle kahvaltı ediyorduk. Akşamdan kalan çayı dökmediği için kavga etmiştik, o yüzden kahvaltılıkları tek başına çıkarmasını söyledim. Çaydanlığın altını kıstıktan sonra yerime kuruldum.
“Sence babam duymuş mudur?” diye sordu oturunca. “Arkasından bağırdım. Yine de tam o sıra kapı kapandıysa… Yani sesim ona ulaşmamış olabilir. Belki saçma sapan bir şey ama kafama takıldı.”
Kalbim sıkıştı. “Nereden çıktı bu şimdi?”
“Neden geriliyorsun?” Gülümsedi. “Seni suçlamadım ki.”
Zaman bir garip akıyordu şimdilerde. İstikbalimize buğulu bir camın ardından bakıyorduk. Çaylarımız bittiğinde tazelemek için ayaklandı. Simitten bir parça koparmayı denedim ama bayatlamıştı. Çiğnerken bir dahakine pastaneden değil fırından almayı aklıma not ettim.
“Ne fenaydı…” dedi yerine geçince. Bir yudum alınca simidi yutabilmiştim.
Dizleri masanın kenarına değiyordu. Azarlar bir tonda düzgün oturmasını söyledim. Fakat sözlerim ona ulaşmadı bile. Babam gittiğinden beri birbirimize zor tahammül ediyorduk. Kasıtlı olarak yaptığını düşünüyordum.
“Suya sabuna dokunan biri değildi. Bence kim vurduya gitmiştir. Kavga etmek için demiyorum. Ama öyle olmuştur kesin.”
Elim sürekli çay bardağına gitse de bu sıcakta çay içilmiyordu. Zaten terden sırılsıklam olmuştum. Peynirleri buzdolabına kaldırmasını söyleyecektim ama bunu dile getiremeyecek kadar yorgun hissediyordum. Gözüm oturma odasındaki televizyona kaydı. Kafamın içi buğulanmıştı. Tekrardan o günün anıları içinde boğuluyordum.
Topraklarımızın bize ait kısmı savaşmadan verilmişti. Başkan’ın idamını da peşi sıra izlettirmişlerdi. Sebebini tam olarak göstermemiş, bunu bir gösteri haline getirmemişlerdi. Daha çok oldubittiye getirilmişti. Yerine Başkan’ın kardeşi geçmişti. Kraliyet Mavisi’ndeki yatırımcılar faaliyetlerine devam etmiş, yani onların dünyası değişmemiş, yalnız bizim rengimiz değişmişti. Adeta başka bir milletin vicdanına terk edilmiştik. İşgal mi? Bizi kendi elleriyle teslim etmişlerdi.
“Şu kanepeyi de bir türlü atamadık.”
“Aman abla…” dedi alay eder gibi. “Atıp da yenisini mi alacağız? Kazancımız ucu ucuna yetiyor zaten. Babam sağken kahvaltıda beyaz peynir ve kaşar olurdu. Şimdi yalnızca beyaz peynir. Haftada bir tavuk, ayda bir kere et yerdik. Kıyma değil ama bildiğimiz et. Artık köfteye, tavuğa et diyoruz. Değil mi?”
Sızlanmaya başlamıştı gene. “Şükret azıcık.”
“Onu demek istemedim. Bugünlerde herkesin dilinde…” Elini bana doğru salladı. “Dinliyor musun? Geçen hafta iş çıkışı arkadaşlarla kahve içmeye gittik. Kafe ağzına kadar dolu, tıklım tıklım. Sahibi de affedersin tam bir yavşak. Asgari ücret yetmiyormuş da madem buralar neden böyle doluymuş? İçtiğimiz içeceğimiz bir kahve zaten. Aslında buna kızıyorum. Kendileri her haltı yapıyor ama bir kahveyi bize çok görüyorlar.” Hiddetlendi. “Affedersin bunları…”
“Affedersin deyip ana avrat gidecek misin böyle?”
“Tıpkı babam gibisin,” diye ayıpladı. “Öyle derler, böyle derler diye konuşmaya çekiniyorsun.”
“Kahve içmesen bir yerin eksilmez. Ayın sonunu zor getiriyoruz, içmeyiver. Yemek kartına zam yapmadıkları için kaç gündür yemeğimi evden getiriyorum. Mis gibi de oldu valla, hiç şikayetim yok.”
“İnanamıyorum…” dedi hayretle. “Sen nasıl bir koyunsun?”
“Düzgün konuş benimle,” dedim hafiften sesimi yükselterek. “Ben miyim bunun sorumlusu?”
“Savunup durma o zaman babanmış gibi!”
Kan beynime sıçradı. Sabah sabah dövdürtecekti kendini. “Babamdan bahsediyorduk. Konuyu nerelere getirdin gene!”
“Babam iyi adamdı değil mi? Mertti, dürüsttü. Arkasından kötü konuşan yok.”
“Olsun mu?”
“Öyle diyorlar çünkü hayvan gibi borç takmışlar zamanında. Hani nerede bu borç desek illaki bir kulp bulurlar.”
Aramızda kısa bir sessizlik oldu. “İlla bir çıkarımız olması gerekmez,” dedim sakinleşerek. “Babamın çabası ona bir şey kazandırmasa da bize kazandırdı.”
Garipsedi. “Ne kazandırdı?”
“Bizi vatansever yetiştirdi.” Suratını buruşturdu.
“Çok romantiksin. Senin aksine ben o kadar kolay söyleyemem bunları.”
Tersledim. “Hainsin de ondan.”
“Sensin hain!” dedi sesini yükselterek. “Nefret ediyorum bu ülkeden, bu insanlardan… Sanki hepsi çürümüş. Sen nesini seviyorsun ki bu kadar?”
Her defasında onunla kavga etmemek için kendimi zor tutuyordum. Ama bir şekilde damarıma basmayı beceriyordu. Masaya kuvvetlice vurduğumda tabaklar sallandı. “İnsanlar savaş çıkartıyor topraklarımız için. Nankörlük etme!”
“Ciddi olamazsın!” diye haykırdı. “Siyahların kanında petrol olsa birbirlerini öldürürler. İyi bir şeymiş gibi söylüyorsun bir de. Üstümüze çöktüler, bin yıldır da gitmek bilmiyorlar. Bizim olan hakkında bizden çok söz söylüyorlar.”
“İçim sıkıldı bu muhabbetten!” Çatalı ona doğru fırlattım. “Mavisin işte, ne olacak? İsmin de Mavi. İstersen dünyanın öbür ucuna git, bakar bakmaz m*vi diyecekler sana.”
Omzuna çarpıp yere düşen çatal canını yakmış olacak ki gözleri doldu. “İnsan gibi yaşamak istediğim için özür dilerim. İşgal falan benim umurumda değil! Belki ben vatansızım… Ama senin ülkeye ne hayrın var?”
“Yine ne diyorsun?”
“Ülkene ne hayrın dokundu diyorum.” Onu sertçe azarlayacaktım ki beni durdurdu. “Neyse, boş ver. Hainim ben. Ailemin, milletimin adını taşımaya layık değilim.”
Normalde olsa bağırıp çağırırdı. Sinir krizi geçirip kendini paralamasını kayıtsızca izlerdim. Ettiği hakaretlere karşı, “Hainsin,” derdim. “Hain, hain…” Bir başladı mı susmak bilmezdi. Kapıyı çekip çıkarken arkasından “Cehennem ol git,” diye bağırırdım. Bizim rutinimizdi bu.
Tam da bu sebepten kapıyı çekip çıktığında onu durdurmaya yeltenmedim. Şimdi olsa yine diyecek bir sözüm yoktu. Suratına karşı zikrettiğim sözler nihayet bir karşılık bulmuştu.
12.06.2012
Bu sabah kalktığımda bir sene geçtiğini yeni fark ediyordum. Evin içindeki huzursuzluk onunla birlikte son bulmuştu. Tüm hayatım tekdüze bir şekilde işe gelip gitmekten ibaretti. Ve halimden memnun olmadığımı söyleyemezdim. Şu günlerde ne mutlu olacak ne de mutsuz olacak bir sebep bulabiliyordum. Göze batmadan akıp gidiyordum.
Saçıma başıma şekil verdikten sonra askılıktan şapkamı almaya yeltendim. Hareketlerim birebir babamı taklit ediyordu. Vestiyerdeki aynada bir an onun yüzünü görür gibi oldum. Ama bu yalnız babamın yorgunluğu değildi. Mavi gözlerime çöken; kötü talihinin içine sıkışmış halkımın bana bir mirasıydı. Ne demişler: Deniz Mavisi doğmak değil, Deniz Mavisi gibi yaşamak ayıp.
Dışarı adımımı attığımda sıcak hava suratıma çarptı. Yokuşun başındaki otobüs durağına yürürken içimden siyahlara küfür ediyordum. Şapka taksam da başıma güneş geçmesine mani olamamıştım. Sarhoş gibi yalpalayarak yürüyordum.
Merkez tarafı denize yakın olduğu için o taraflarda rüzgar esiyordu ve bu bir nebze de olsa yaz sıcaklarını katlanılabilir kılıyordu. Sarı-3’te ise hava cehennem gibi sıcaktı. Sanki her adımımda ayağım kaldırım taşına saplanacaktı.
Böyle sıcaklarda aklıma annem gelirdi. Onun memleketine dair anlattığı hikayeler benim dünyama o kadar yabancıydı ki çocukken orada olduğumu hayal etmeden duramazdım. Lavanta’nın kışları soğuk geçermiş. Hem de ne soğuk! Karlar erimeyi başlayınca köylüler toplanır, ahırda biriktirdikleri ölüleri toprağa gömerlermiş. Üstlerini karla örtenler de, cesetler kokmadan önce onlar için mezar kazmaya girişirmiş. Baharın ilk ayları ölüleri gömme telaşı içinde geçtiğinden annem yazın gelişini sabırsızlıkla beklermiş. Yüzünü güneşe doğru dönüp avuç içlerini açarmış. Adeta bitki gibi.
“Soğuktan ölmek,” demişti bana. “Uykuya dalmak gibi.”
İçi ısınacak gibi olduğunda ödü koparmış. Eldivensiz gezse parmakları morarır, bir yeri açıkta kalırsa soğuk ısırması olurmuş. Lavanta’nın kışı yabana atılacak gibi değilmiş; ölümler peşi sıra gelirmiş. Annem tüm kardeşlerini bir kış ayında yitirmiş. Sonra annesini, babası… Hepsi kış yüzündenmiş.
O zaman annemin soğuk diye tabir ettiği şeyin etrafta dolaşıp insanları avlayan, buzdan bir canavar olduğunu hayal etmiştim. Deniz Mavisi’ne asla kar yağmazdı. Bahar gelince ağaçların pembe ve beyaz çiçekleri etrafa saçılır, karahindibalar tepemizden uçuşurdu. Gündüzleri bitki gibi açıkta dikilmez, gölgelere kaçıp akşam serinliğini beklerdik. Soğuktan korkmak… Aklım almıyordu bunu.
Durağa vardığımda şapkamı çıkarıp cebimdeki kağıt peçeteyle alnımı ve ensemi sildim. Biraz geride kalsam da yine de oturacak bir yer bulabilirdim. Gözümle otobüsün arka kapısının nereden açılabileceğini hesap ettim ve uygun bir noktada beklemeye başladım.
İşyerinden bir arkadaşım seslendiğinde onu doğru dönüp gülümsedim. Mercan bir alt sokağımda oturuyordu. İkimiz de soğutma ve paketleme bölümünde çalıştığımızdan mesai çıkışı içmeye gidecek kadar samimiyeti ilerletmiştik. Kuzenleri de bizim fabrikada çalışıyordu ama onlarla vardiyamız denk düşmüyordu.
Mercan önündekileri ite kaka yanıma geldi. Onunla havadan sudan sohbet ederken gözüm sıkı sıkı tuttuğu bez çantasına takıldı. Çantadan gözüken kâğıtları işaret ederek, “Belli oluyor,” diye uyardım.
Gazeteleri derinlere tıktı ve daha rahat davranması gerektiğini ağzında geveledi. Son günlerde benim olduğum ortamlarda anlamsız bir gerginlik hâkimdi. Tarafsızlığımı taraf olarak görüp beni siyasi sohbetlerden uzak tutuyorlardı. Bazen de ajanmışım gibi birbirlerini susturuyorlardı.
Otobüste bilerek yavaş davrandım ve onun arkasında bir yerlere oturarak aramızdaki bağı tamamen koparttım. Bir işler karıştırdığı kesindi ve dahil olmak istemiyordum.
İşgalin yıl dönümü bölge genelinde resmi tatildi. Törene katılmamız teşvik edilirdi. Zorunlu değildi elbette ama katılmamak kötü bir izlenim yaratırdı. Sarı mahallelerde törene tam katılım sağlanırdı. Aksi halde işverenlerimiz bunu hükümete karşı bir başkaldırı olarak nitelendirirdi. Bunu da hiçbirimiz istemezdik.
Tören sabahtan başlar, öğlene doğru biterdi. Deniz Mavisi’nin Sarı-3 bölgesinden Merkez’e gitmek en aşağı iki saati bulsa da trafik olmadığı günler bir saate kadar indiği oluyordu. Tabii, bugün o günlerden biri değildi. Trafikten dolayı dokuzdaki törene sekiz buçuğa doğru anca yetişebildim.
İndiğimde tören alanındaki kalabalığa hızlıca bir göz attım. Siyah birlikler sağa ve sola kümelenmişlerdi. Suratlarındaki ifade, sıcaktan bezmiş fakat itaatkâr duruşlarıyla birbirlerinin neredeyse aynısıydılar. Eminim ki onlar da bizi öyle görüyorlardı. Deniz Mavisi deyince akla tek bir kişi gelirdi. Bu kişi genelde mavi yakalı, kaba saba ama özünde iyi niyetli olurdu. Kraliyet Mavisi tabiriyle uslu maviler.
Mercan birden koluma girdiğinde o anlık şaşkınlıkla tepki verecek oldum. Bu halim onu güldürdü. Alana girmeden önce yapılan aramayı sorunsuz atlamıştı. Çantasını gelişi güzel asmış, telaşsızca ortalıkta dolaşıyordu. “Mercan…” dedim ama devamını getirmeden sessiz olmamı işaret etti. Askerlerden bazıları aralarda dolaşıp düzenin bozulup bozulmadığını denetliyordu.
Teğmenlerden biri bizim sıramıza doğru yaklaştı. İçim içimi yiyordu. Suçluluk psikolojisiyle ona baktığımda gözlerimiz buluştu. Elim ayağım birbirine dolaştı ve istemeden başımı çevirdim. Niyeti aramızdan sıyrılıp geçmekti belki ama şüpheli davranarak odağını bana yöneltmesine sebep olmuştum.
Teğmen yavaş adımlarıyla yanıma gelene kadar başımı yerden kaldırmadım. Görüş hizamda bir çift bot vardı şimdi. Piyade tüfeğini de yere doğru indirmişti. Tüm cesaretimi toplayıp yüzüne baktığımda sağ yanağındaki derin yara izi dikkatimi çekti. Zaten sert olan ifadesine korkunç bir hava katmıştı. Koyu kahve gözlerindeki bakışlar da bir o kadar keskin ve amansızdı.
Dizlerimin bağı çözülmüştü. “Bir sorun mu var?” diye sordu kaşlarını çatarak.
“H…Hayır,” diyebildim sadece. Zihnim allak bullak olmuştu.
“Ne dik dik bakıyorsun o zaman?” diye azarladı. “Önüne bak, önüne.”
Teğmen gittiğinde sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Bileklerime iğneler batıyormuş gibi hissediyordum. Hafifçe ovsam da geçmek bilmedi.
Mikrofonun cızırtılı sesi duyulduğunda kendimi toparladım. Başka bir tarafa bakarsam ya da suratımı düşürürsem beni tehdit olarak görüp fişleyebilirlerdi. Kısa bir açılış konuşmasından sonra Bölge Komutan’ı platforma çıktı ve hepimiz onu deli gibi alkışladık. Mercan bile coşkulu kalabalığın arasında onlardan biri gibi gözüküyordu.
Komutan’ın altında fazladan bir basamak olduğunu duymuştum. Aşağıdan bakınca dev gibi dursa da gözüktüğü kadar uzun değildi. Saçları ağarmış ve kısmen dökülmüştü, vatkayla düşük omuzlarını gizlemeye çalışmıştı.
Yıllar olmuştu tabii, artık beni eskisi kadar korkutamıyordu. İşgal sonrası, sarı mahallelerde yaptığı bir gezinti sırasında görmüştüm ilk defa. Kardeşim taş fırlatmak için etrafta koşuştururken bense öylece donup kalmıştım. Sakin ve ürkek tavrım hoşuna gittiğinden olsa gerek bir tek benim başımı okşamış ve bana para vermişti. Kahverengi gözlerinde insani bir parıltı olmamasına şaşırmıştım o zaman.
Mercan başını bana doğru çevirdi. “Neden ağlıyorsun?” diye sordu, şaşkınlıkla.
Sadece bugünlük ağlıyordum. Yarın işe gidince tüm bunları unutacak, mesaim bitince eve gidip dinlenmenin hayalini kuracaktım. Bu rutin devam ettiği sürece ne kardeşimin ne babamın ne de memleketimin derdine üzülecektim.
Siyah Ulus Gazetesi’nde bugün için şu manşeti atmışlardı: Zafer ezeli ve ebedidir. Oysa işgal zamanı elimize tutuşturdukları gazete daha barışçıldı: Deniz Mavisi Özgürleşti! Siyah Ülke, Deniz Mavisi’ni Karanlıktan Kurtardı!
Bölge takısı kullandıkları için sevinenler bile olmuştu. Daha iyi şartlarda yaşamak gibi bir gayem yoktu. Kafam rahat olsa yeterdi. Olaylara bu açıdan bakınca çalışmak yük gibi gelmiyordu.
Mercan daha fazla dikkat çekmemek adına önüne döndü. Tören sırasında gözyaşlarımı bir türlü bastıramadım. Görüntüm bulanık olmasına rağmen Komutan’ın sözleri kelimesi kelimesine zihnime kazındı. Üstelik kâğıttan bile bakmıyordu. Coşup kızardıkça yükseldi, yükseldikçe daha çok coştu. Nefes almak için duraksamaları dışında her açıdan kusursuz bir konuşmaydı.
Sıcaktan tamamen mayışmıştım. Mercan tekrardan arkasını döndüğünde ona bir şey soracaktım. Fakat aniden kopan gürültüde sesim duyulmadı bile. Tören alanı mahşer yerine dönmüştü. Bölge Komutanı alelade bir insan gibi önce kasıldı, birkaç adım geriledikten sonra yere devrildi. Sol kafatasının üstüne aldığı bir mermiyle oracıkta ölmüştü.
Tüm bunlar hayatın olağan akışına uygun olarak birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. Merminin gelişini görmemiştim. Hoş görmek ve duymak imkânsızdı zaten. Askerlerden bazıları platforma çıkıp saldırının geldiği yönü kestirmeye çalıştı. Arka taraf meydana baktığı için herhangi bir binadan ateşlenmiş olabilirdi.
Mercan kolumdan tutarak beni izdihamdan çıkardığında arkama bakmadan duramıyordum. İtiş kakış sesleri, çığlıklar, düzeni sağlamaya çalışan askerlerin bağırışı, tam bir kaos hâkimdi. Meydanın bu kadar hınca hınç dolduğuna daha önce şahit olmamıştım. Aileler bir araya gelmeye çalışıyordu. Heykelin üstüne çıkıp kollarını sallayarak sesini duyurmak isteyenler bile olmuştu.
O zaman gözüm heykele takıldı. Mavi Ülke’nin bayrağında Kraliyet Mavisi’ni yöneten Üç Aile’nin sembolü yer alıyordu. Heykel üç kollu hayat ağacının detaylı bir tasviriydi. Dallarındaki kuşlar halkımızı, yere dökülen elmalarsa bereketimizi temsil ederdi. Siyahlar yıkma zahmetine girmemişlerdi. Şimdilerde iyi bir buluşma noktasıydı.
Telaşla kaçınanları görünce bizim de kaçmamız gerektiğini hatırladım. Mercan soluklanmak için duraladı. “Neden durduk?” Nefes alışverişleri düzene girince bez çantasını açtı ve tomar halindeki gazete kağıtlarını çıkardı.
“Bunları dağıtacağız.”
“Yok olmaz!” dedim korkuyla geri çekilerek.
“Yakalanırsam işbirliği yaptığımızı söylerim.” Dehşetle ona baktığımda alay etti. “Ne korkaksın… Sadece dağıtacağız. Ruhları bile duymaz.”
Kan beynime sıçramıştı. “Etraf asker kaynıyor. Aklını mı kaçırdın?”
“Sana ihtiyacım olduğundan değil,” dedi ciddileşerek. “Tarafın belli olsun.”
Sıcaktan ve yorgunluktan iyice aklım bulanmıştı. “Taraf tutmuyorum ben.”
“Öyle bir konuşuyorsun ki…””
“Hain gibi mi?”
Mercan gözlerini kaçırdı. “Onu demek istemedim. Ama herkes bunu konuşuyor. Siyah olman da…”
“Siyah değilim ben.”
“Neyse ne işte, bil diye söylüyorum.”
Elindeki gazetelerden bir tanesini çekip aldım: Özgürlüğün rengi, Deniz Mavisi.
Kağıdı ona doğru salladım. “Şimdi hayatımızda ne değişecek sanıyorsun? Daha fazla denetleneceğiz o kadar.”
Suratı kıpkırmızı oldu. Gazeteyi kapmak için bir hamle yaptığında geri çektim. “İlla dağıtacaksan birini ben alayım. Hedef kitlesi benim gibiler zaten.”
“Kardelen…” dedi sinirlenerek. “Atalarının ayak izinden yürüyüp bir de şikayet mi ediyorsun?”
Tek kelime etmeden arkamı döndüm ve telaş içinde koşuşturan kalabalığın beni yutmasına izin verdim. Katlayıp cebime koyduğum kâğıt hışır hışır ediyordu. Otobüste de beni rahatsız etti. Mecburen birkaç sokak önce inip atmak zorunda kaldım.
Eve geçince oturma odasındaki kanepeye uzandım. Kaslarım iyice gevşedi ve uyuklar bir pozisyona geçtim. Şu an başka hiçbir şey umurumda değildi. Uyanıp tıkınacaktım, sonra yine uyup yine tıkanacaktım.
Deniz Mavisi, kanadı kırık memleketim benim… Söylesene, senin özgürlüğün başkalarının felaketi değil mi?
***
Kızıl Gökler Evreninde Kullanılan Terimler ve Anlamları: https://www.ilkimbaldankesgin.com/2025/05/29/kizil-gokler-evreninde-kullanilan-terimler-ve-anlamlari/
Kızıl Gökler Evreninde Geçmişten Günümüze Tarihsel Gelişmeler: https://www.ilkimbaldankesgin.com/category/kizil-gokler-hakkinda-her-sey/
Kızıl Gökler Evreninin Haritası ve Kıtaları: Coğrafi Bilgiler: https://www.ilkimbaldankesgin.com/2025/05/29/kizil-gokler/
Harika bir başlangıç olmuş. malûm durumlara olan göndermeler iyiydi. ayrıca karakterin adının Kardelen oluşu dikkatimi çekti soğuk bir ülkeden olduğuna göre annesi o adı vermiş diye yorumladım. kalemine sağlık
Yaa teşekkür ederim. Senin yorumların çok değerli benim için.
sanıyorum ki emojiler gitmiyor 😀