Teneffüste koridordaki kaloriferlerden birine yaslanmış, Duru’yla sohbet ediyorduk. Ona başıma gelen şeyi anlattığımda bana inanmadı. Zaten inanacağına ihtimal vermemiştim. “Günlük tuttuğunu bilmiyordum,” dedi beni dinledikten sonra. Bazen boşluğa konuşuyormuş gibi hissediyordum.
“Öyle değil işte!” dedim hiddetle. “Çok yakın tarihte olanlar da yazıyordu. Ne yazık ki okumayı bitiremedim. En son gün ağırmak üzereydi. Annem tüm geceyi ayakta geçirdiğimi görseydi…” Kaygılandım. “Sence peşimde biri olabilir mi? Ama bu daha korkunç. İlkokul yıllarımdan da bahsediyordu.”
Bir süre düşündü. “Eğer dediğin gibiyse geçmişini araştırmıştır. Kitap yanında mı?”
“Evde bıraktım. Yatağın üstünde.” Duru şüpheci bir bakış attı bana.
“Sabah kontrol ettin mi? Belki rüyadır.”
“Eminim,” dedim tereddütle. Duru beni teselli etmek ister gibi sesini yumuşattı.
“Kafanı takma boş ver.” Bambaşka bir şey anlatmaya başladığında hayretle bakakaldım. “Deneme sınavında üçüncü olmuşum. Şubede. Genelde ilk ona girmişim. O kadar sevindim ki… Çalışmalarım karşılığını veriyor sonunda. Böyle giderse mezuna kalmadan iyi bir üniversiteye yerleşebilirim. Şehir dışı yazmazsam araba bile aldırabilirim bizimkilere.”
“Duru…”
Sözümü kesti. “Uçuk bir hayal tabii. Telefonum eskimişti. Belki onu değiştirirler. Her türlü şu dönemi atlatıp bitirmek istiyorum. Saçımı kestirsem mi? Sabah saatlerimi alıyor.” Özenle baktığı sarı kıvırcık saçlarını parmağına doladı.
“Tüm havan saçlarında.”
“Çağrı da öyle dedi.” Huzursuzluğumdan keyif alırmış gibi bir hali vardı. “Senin gibi düşünüyor demek ki. Ondan iltifat almak zor biliyorsun.”
Sessiz kalmak yerine kavga etsem içime dert olmazdı. Ne var ki sınav senemde bir arkadaşımla aramı bozmaktan çekiniyordum. Duru’nun sınıftakilerle arası iyiydi. Olası bir kavgada diğerlerini benden uzaklaştırıp tüm dengemi altüst ederdi. Daha önce de yapmıştı. İlkokuldan beri kendimi ona göre ayarlıyordum. Üstüne Çağrı da eklenmişti. Biri bir taraftan diğeri öbür taraftan çekiştirip duruyordu.
Sınıfa girerken, “Alınmadın değil mi?” diye sordu. Başımı hayır dercesine salladım. Bir insanı alttan almaya alıştığınızda size karşı en ufak hareketinde yelkenleri suya indirirsiniz. Duru’nun hafif mahcup hali ona karşı yumuşamama yetmişti.
Dersimiz matematikti. İçeri girdiğimde yabancı bir yüz görmek beni şaşırttı. Belki de stajyer öğretmendi. Sınıf defteriyle uğraşıyordu. Dikkatini sınıfa vermediği için uğultu sesleri kesilmemişti. Sırama geçtiğimde defteri bıraktı ve başını kaldırıp doğrudan gözlerimin içine baktı. İlk başta tedirgin oldum. Herhangi bir yere değil, bana bakıyordu.
Yine mi? Ellerim titremeye, soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Okul bahçesinde gördüğüm kişi… Tarife de uyuyordu. Kumral, uzunca. Ama saçları düzgünce taranmıştı ve daha temiz bir görünüşü vardı. Diğerleri fark ediyor muydu emin değildim. Gözlerini bir an olsun benden ayırmıyordu.
Ayağa kalktı ve kaleminin arkasıyla tahtaya vurdu. Tak,tak, tak. Üç kere. “Sessiz olalım artık. Konuları bitirmek üzereyiz. Bu derste devam edelim. İkinci ders yapamadığınız soruları getirirsiniz. Anlamadığınız bir yer olursa mutlaka sorun. Sınava az bir zaman kaldı. Birkaç ay göz açıp kapayıncaya kadar geçer.”
Önümdeki çocuğu dürttüm ve hocayı tanıyıp tanımadığını sordum. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi garipser gibi. “Matematikçi işte.”
“Yan sınıfın hocası mı?”
İyice sinirlendi. “Tek hoca var zaten.”
Dayanamayıp el kaldırdım. Beni görmezden geldiğinde bu sefer sıramdan kalkarak, “Hocam,” dedim. “Arzu Hoca’nın yerine mi geldiniz?”
Sesimdeki tedirginliği fark etmemek imkansızdı. Titremekten kendimi alıkoyamıyordum. “Cemre,” dedi bir süre sonra. “Kafan karıştı sanırım. Dersten sonra konuşalım mı?”
Kalbim yerinden çıkacaktı. Bir şeyler yanlıştı ve kendimi sorguladıkça içine gömülüyordum. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Sınıf gözlerini bana dikmiş, neler olup bittiğini sorguluyordu. Ayaklandım, kalkıp gitmek istedim. Sınıfımızdaki yabancı beni durdurmak için tek kelime etmedi. Çıkıp gidersem belki her şey düzelmiş olurdu. Dünkü gibi.
Duru arkamdan seslendi. “Nereye gidiyorsun?” Çağrı da hemen arkasından. “Dursana. Nereye gidiyorsun?” Sınıf arkadaşlarımdan derin bir uğultu yükselti. Hepsi aynı anda, “Nereye gidiyorsun?” diye bağırmaya başladılar ve bu o kadar çok tekrar etti ki ne yapacağımı bilemedim. Yerime geçemedim ama gidemedim de. Bir türlü kapı koluna uzanamadım. Olduğum yerde mıhlanıp kalmıştım.
Bir ses daha duydum. Tak, tak, tak. Bakmama gerek bile yoktu. Beni yutmaya başlayan karanlığın içinden bir anda çekilmiş gibiydim. Başımı kaldırıp baktığımda tanıdık bir yüz gördüm. Siyah bir silüet de değildi. Arzu Hoca, “Uyuklama,” diye uyardı beni. Sınıf kapısı açıldı ve az önce gördüğüm yabancı içeri girdi. Tek fark artık bana bakmıyordu.
“Yakın zamanda bir ameliyat olacağım. Ne yazık ki uzun bir süre rapor almak durumdayım. Benim yerime derslerinize Berk Hoca girecek. Sizi dönem ortasında bırakmak istemezdim. Fakat durum bu. Yine de bir derdiniz, sıkıntınız olursa yardımcı olmaya çalışırım.”
Arzu Hoca bizimle samimi bir konuşma yaptı. Sınavlarımız için başarılar diledi ve stresli olduğumuz bu dönemde bizi mümkün olduğunca rahatlattı. Biz de ona teşekkür ettik ve geçmiş olsun dileklerimizi ilettik. Yeni bir hocaya alışmak zaman alacaktı. Ama dershaneyle takviye ettiğim için üstesinden gelebilirdim. Nihayetinde Arzu Hoca bize veda edip gitti. O gidince kaygılarım da bir anda üstüme çullanmıştı.
Bilinçaltımın bana bir oyunu olduğu muhakkaktı. Berk Hoca benimle göz göze bile gelmemişti. Hiçbirimizi daha önceden tanımıyordu. Mizacı gereği sakin olması beni biraz gerse de yeni atandığını ve bize elinden geldiğince yardımcı olacağını söylediğinde rahatladım. Ortada tuhaf ya da aykırı bir durum yoktu. Her şey olanca sakinliğiyle ilerliyordu. Arkama yaslandım ve kalp atışlarım nihayet normale döndü.
İlk ders bitti nihayet. Zil çalar çalmaz ayağa kalktığımda dikkatini çekmiştim. “Nereye gidiyorsun?” diye bir soru yöneltti. Karnıma yumruk yemiş gibi hissettim. Bana baktı, aynı bakış, aklımı okurmuş gibi. “Cemre…” dedi. “Dersten sonra konuşacaktık.”
“Anlamadım,” dedim kekeleyerek.
Gülümsedi ve dikkatini benden alarak sınıf defterine çevirdi. “Sanırım hazır değilsin.”
Annem evde yoktu. Sigorta kutusunun üstüne anahtar bırakmıştı. İçeri girdiğimde çantamı ve montumu yere fırlattım. Kitabın devamını okumazsam delirirdim artık.
Lisenin başlarına kadar okumuştum. On ikinci sınıfa geldiğimde hala daha okunacak yerlerin olması beni hayrete düşürdü. Devamında bir yerden sonra yazılar kırmızıya dönüyordu. Düne kadar geldim. Artık aklımı kaçırdığıma resmen ikna oluyordum. Bu kitabı yazarı benden başkası olamazdı. Dersin ortasında birden bire yazıların değiştiğini, insanları suratsız, siyah silüetler halinde gördüğümü, tüm bunları benden başkası bilemezdi.
Sayfaları çevirmeye devam ettim. Kitabı yanımda getirmemiştim bile. Bugün olanları ne zaman yazmış olabilirdim? Üstelik, kitap bitmemişti, kırmızı yazılar benim hayatımı anlatmaya devam ediyordu. Okumaya devam ettim, belki yapmamam gerekiyordu, belki bunu okumak zaten azıcık olan aklımı büsbütün kaybetmeme sebep olacaktı. Ama ne yaptıysam sayfaları çevirme dürtüme karşı koyamadım. Okudum ve her sayfada biraz daha eskildim.
Çağrı ve Duru beraberlermiş. Onları görmüşüm. Ama aramızı bozmamak adına sessiz kalmışım. Sınavlarıma yoğunlaşmışım ve netlerim günden güne artmış. Haftalar geçmiş, Şubat ayının ortalarına doğru, okuldan çıkmış yürüyormuşum. İleriden gelen kırmızı arabayı görmemişim. Ya da o beni görmemiş. Bana çarpmış ve ölmüşüm. Üniversite sınavına girememişim. Tek bir şarkı, beste yazamadan ölmüşüm. Hayatım boyunca bunun için yaratılmışım dediğim şeyi yapamadan, onunla ilgili tek bir adım atamadan ölmüşüm. Uğruna hayalimi ertelediğim üniversite sınavına hiç girememişim. Duru ve Çağrı’nın ihaneti yanına kar kalmış. Cenazeme bile gelmişlerdir. Yıllar sonra evlenirlermiş bir de. İkisine birer tokat atamadan ölmek büyük bir haksızlık. Ölmek istemiyorum ki. Annemlere bilgisayar bile aldıramadım. Boşuna mı çalışıyorum? Yazın izleyeceğim diziler, okuyacağım kitaplar ne olacak? Annem ve babam üzülmeyecekler mi? Araba neden frenlere basıp durmamış? Neden arabayı görmeyecek kadar dikkatsizmişim? Kaçınılmaz kaderimi engellemenin hiçbir yolu yok muymuş?
Gözyaşlarına boğuldum. Okuduğum şeylerin gerçek olma ihtimali beni öyle sarsmıştı ki bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. “Sonuncu doğum gününde benden bir hediye… Sevgilerle, Yazar.”
Halının üstünde sırtüstü uzanmış tavana bakıyordum. Annem, “Cemre,” diye seslense de ölüden farksızdım. Odama doğru yürüdü, adım seslerini duyuyordum, tepemde dikildi. “Dinlenmeye mi geçtin? Bugün bir uzmana denk geldim. Sana da attım, bakarsın. Sınav senesinde çocuklarınızın davranışlarını görmezden gelin diyordu. Stresle o şekilde başa çıkıyormuşsunuz. Akşam yemeğine canın ne istiyor? Azıcık yüzün gülsün.”
16 Şubat’ta öleceğime göre son akşam yemeğim 15 Şubat’tı. Son karpuzu geçen yaz yemiştim. Son yazım, sonbaharım… “Fark etmez.”
“İyi madem. Ispanak yapacağım.”
Annem gittiğinde odamın içi derin bir sessizliğe gömüldü. Mesaj sesine kadar… Sessize aldığımı sanıyordum. Zar zor da olsa kendimi kaldırıp gelen mesaja baktım. Duru, “Kitabı buldun mu?” diye soruyordu. Yazdıkları tek tek ekranıma düşmeye başladı. “Sabah pek ihtimal vermedim. Ama dediğin gibiyse peşinde mutlaka biri var demektir. Belayı ne kadar çağırdıysan artık gelip seni bulmuş. Sana verilenlerle yetinmekten aciz misin? Cemre sahiden tuhafsın. Tuhaf ve bir o kadar da rahatsız edici. Neden susmuyorsun? Neden? Neden? Neden? Ne…”
Telefonu yatağa fırlatmak zorunda kaldım. Mesajlar ardı ardına gelirken yatağın üzerinde titreyen telefona dehşetle bakakaldım. Midem ağzıma gelmişti. Artık seslerin susup, her şeyin karanlığa gömülmesine ihtiyacım vardı.
Akşam yemeğinde babama bugün olanları anlattım. Matematikten özel derse ihtiyacım olup olmadığını sordu. Şimdilik gerek yoktu. TYT’de istediğim netlere ulaşmaya başlamıştım. Böyle giderse otuz beşleri görmem işten bile değildi. Tarih ve coğrafya da çalışıyordum bir yandan. Onlardan soru kaçırmasam… Türkçe için otuz sekiz, otuz dokuzdan aşağısı kurtarmazdı. Paragraflara ağırlık vermiştim ama hala istediğim netlerden uzaktım. Neticede sayısalda derece yapmak için çalışmamı arttırmam gerekiyordu. Sadece bir sene… Hatta, şunun şurasında ne kadar kaldı?
Günlük soru sayıma ulaşınca test kitabını kapatıp hastalıklıymış gibi kendimden uzaklaştırdım. Gözlerimden uyku akıyordu. Bıraksalar günlerce, haftalarca uyuyabilirdim. Odamı topladıktan sonra yatağıma yattım. Ay ışığı ağaçların dallarına vuruyordu. Rüzgardan olsa gerek dallar hafifçe sallanıyordu. Perdeyi indirmeyi düşündüm fakat kolumu kaldıracak halim yoktu. Üstüme çöküp beni boğan bu karanlığı tanımıyordum ben.
Bir an görüntüm karıncalandı. Uyuyorum sandım ama tam uyku haline geçmemiştim henüz. Siyah silüet yatağımın ucunda durmuş bana bakıyordu. Onu ay ışığının yansıttığı bir gölge sandım. Kolları, bacakları, gözleri, tam olarak bir insan değilse de insana benzerliği su götürmezdi. Uyku mahmurluğunu üstümden attığımda bile dehşete kapılmadım. Ona baktım, baktıkça görmeye başladım, gördükçe şüphelendim, artık bambaşka bir gerçekliğin içindeydim. İki boyuttan üç boyuta geçmişim gibi.
Siyah silüetin bir insana dönüşmesini izledim. İskeleti, kasları, derisi, gözleri, ağzı, burnu… Ve ifadesi. Gözümü sıkıca yumdum. Açtığımda okul çatısının üstüne çıkmıştım. Buz gibi esen rüzgar suratıma çarparken sırtımdan aşağı soğuk terler aktı. Hafiften düşecek gibi oldum. Tek elimle çatının kiremitinden destek aldım. Dizlerim titrediği için kendimi bir türlü kaldıramıyordum. Gecenin bir vakti huzurlu düşlerimden uyandırılmıştım. Bir daha öyle tasasız uyuyamayacaktım.
“Cemre…” Kitabın yazarı soğuk ve alaycı gülümsemesiyle bana bakıyordu. “Neden varsın ki zaten?”
Düşmemek için kiremitleri mümkün olduğunca sıkı tutuyordum. Fakat o düşmekten ve ölmekten hiç korkmuyormuş gibiydi. Bu da etrafımdakilerin gerçekliğini sorgulamaya itiyordu beni.
“Anlıyorsun değil mi?” diye sordu. “Sen bir kitap karakterisin. Bu dünya, her şey, senin üzerine kurulu. Sen ölünce diğerlerinin hiçbir anlamı kalmayacak.”
Beynim uyuşmuştu. “İnanmıyorum…” diyebildim fakat bunu söylerken bile o kadar emin değildim.
“Seni öldürdüğüm için kızgın mısın bana?”
“Haksızlık bu.” Gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü. “Hayatım boyunca mutsuzdum. Üniversite hayalleriyle avuttum kendimi. Şimdi tüm bunları elimden alıyorsun. Çalışmamın karşılığı bu mu?”
“Mutlu olsaydın sen de.” Acımasızlığı suratıma tokat gibi çarpmıştı.
“Neden varım peki?” Bana öyle bir şey söylesin ki tutunmayı bırakayım… Ya da daha sıkı tutunayım.
“Seni yazdım çünkü…” Derin bir iç çekti. “Bilmem ki,”dedi. “Sanırım bir parçamın özgür olmaya ihtiyacı vardı. Benim yerime tüm çığlıkları sen at istedim. Bu hayatta kendi başıma alabildiğim tek karar yazar olmaktı. Seninle aslında kim olmak istediğimi keşfettim ben. Tüm olasılıklar içindeki en iyi olasılığımsın benim…. Geçmişe dönünce o kadar çok keşkem var ki… Yine de iyi ki yazmışım seni.”
“Ama öleceğim…” dedim korku ve dehşetle. “Birkaç gün sonra hiçliğe karışacağım.”
“Mutlu sonla bitse de bir şey değişmeyecekti. Madem karşılıklı konuşuyoruz. Hiçbir yayınevi kitabıma ilgi göstermedi. Benim de yazmaya mecalim kalmadı. Sen yaşa diye kendimden tükettim. Fakat artık dayanamıyorum. Şu anlamsız ve boş dünyada hepimiz bir gün o dipsiz karanlığın içine çekilecek olsak da, söylenmesi ve yapılması gereken bazı şeyler vardır. Duru ve Çağrı ihanet etti sana. Çok öfkelisin değil mi?”
İtiraz ettim. “Henüz ihanet etmiş sayılmazlar.”
“Yarın edecekler.”
“Şu an aldatmıyorlarsa neden öfkeleneyim onlara?”
Belli belirsiz bir tebessüm etti. “Ne derin uyuyormuşum demekten iyidir. İlişkileri açığa çıkınca dışlanan sen olacaksın. Çünkü tercih edilen değil, göz dolduransın.” Yazar bir müddet sustu. “Altı, yedi yaşlarındayım…” dedi nihayet. “Başka bir şehre taşındığımız için huzursuzdum. Mahalledeki çocukların aralarına girememiştim bir türlü. Yanlarına gidememiş ama gidememiş gibi gözükmek de istememiştim. Elimde bir kitapla parktaki ağacın altına otururdum. Seslerini, bağırışlarını dinlerdim. Birinin benim yanıma gelmesini beklerdim. Günler, hatta haftalar sonra, ansızın Çağrı’nın radarına girivermiştim. Beni fark etti ve onlarla oynamayı isteyip istemediğimi sordu. Tabii, hayır dedim…”
Tekrardan sustuğunda ben devraldım. Kelimeler ağzımdan ezbere dökülüyordu. “Çünkü istekli gözükmek istemedim. Ama o ısrar etti, böylelikle diğerleriyle tanışmış oldum. Duru’nun atılgan yapısından her zaman rahatsız olmuşumdur. Biz bizeyiz ya… Söylüyorum. İkimiz otururken etrafımızın bir anda kalabalıkla dolup taşmasını hiçbir zaman sevemedim. Duru kendisinin birinci seçenek olduğunu biliyordu. O varsa ben de vardım. Giderse etrafımdaki kalabalığı da beraberinde götürürdü. Benim suçum… Duru’ya bu gücü ben verdim.”
Bu seferki sessizlik daha uzun sürdü. “Birbirlerini seviyorlar mı?” diye sorduğumda dudakları belli belirsiz kıpırdadı.
“Onlar…” dedi ama devamını getirmedi.
“Neden sustun?”
“Yazıya dökmek istemedim.”
Başka bir gerçeklikte, masanın başında oturup beni yazdığı düşüncesi tüylerimi ürpertti. Ama parmaklarımı hareket ettirebiliyordum. Şimdi çatıdan atlasam bu benim tercihim olmaz mıydı?
Çatıdan aşağı baktığımda kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Emin olmanın bir tek yolu vardı. “Ama…” dedim kararsızlıkla. “Ya tüm bunlar bir yanılsamaysa? Düşersem… Ölebilirim.”
“Ya değilse?” Gülesim geldi nedense.
“Ana karakterin bensem eğer…” Duraksadım. “Kalan hayatımda normalde ne yapıyorsam onu yapacağım. Vakti geldiğinde de öleceğim. Son anıma kadar inkar etmek benim seçimim olsun… Sırça fanusumdan çıkmayacağım. Nefessiz kalsam bile başımı çıkarmayacağım.”
Yazar temkinli bir şekilde kalktı ve bana elini uzattı. İlk başta tutup tutmamak arasında kararsız kalsam da düşmemek için eline sıkı sıkı sarıldım.
“Cemre,” dedi beni itmeden önce. “Yazık sana… Kendini gerçek sanıyorsun.”
Düştüm, tam yere çakılacaktım, uyandım.