Kafenin kapısından içeri girdiğimde beyaz ışık gözümü aldığından olsa gerek etrafı fazla seçemedim. Taburelerden birine oturup kahve sipariş ettim. Sütü çok koymuşlardı, tadı yoktu pek. İki şeker atıp karıştırdım. Oluşan girdaba büyülenmiş gibi baktım. Bu sırada bir ses kulağımı tırmalıyordu. Tik tak, tik tak… Bir saat aradı gözlerim ama bulamayınca da üstelemedim. Kahvemden büyükçe bir yudum alarak arka plandaki sese alışmaya çalıştım. Tik tak… Durmak bilmiyordu. Parmaklarımı ritmik bir halde masaya vurdum.  Saatin sesi beni kendimden geçirmişti. Başka bir melodi hayal etmeye çalıştım fakat başaramadım. Nihayetinde müzik dinlermiş gibi kafamı sağa sola salladım. 

Bir kız gelip yanımdaki yüksek tabureye oturdu. Tahminen benim yaşlarımdaydı. Kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu. Fırfırlı beyaz elbisesi dikkatimi çekmişti. O elbiseyi, hafızam beni yanıltmıyorsa, geçenlerde vitrinde görüp beğenmiştim. Fiyatı da idare ederdi. İş çıkışı alacaktım aslında, bir sebepten fırsat olmamıştı. Sanırım eve yorgun argın yürürken yanından geçip gitmiştim.

Kız tatlılara bakıyordu. Sütlaç, kazandibi, keşkül, muhallebi… Çikolatalı tatlı var mı, diye sordu. Vanilyalı pasta vardı ama onu sevmediğini söyledi. Biraz mırın kırın ederek sonunda kazandibinde karar kıldı.

Siparişi geldiğinde tatlısından bir lokma aldı ve bakışlarını hep orada olduğumu biliyormuşçasına bana çevirdi. Fazlasıyla cana yakındı, atılgan da bir yapısı vardı. İlk hamle beklenmedik bir şekilde ondan gelmişti. Sohbet etmeye hevesli gözüküyordu. Saatin sesi zihnimin içine dolarken yorgun gözlerim bana inat kapanmaya başlamıştı. Kahvemden bir yudum daha aldım. İçilecek gibi değildi. Soğuyup buz gibi olmuştu. Uyku da bastırmıştı. Onu takip etmek neredeyse imkânsızdı.

Kız dalgınlığımı fark etmiş gibi, “Sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz,” dedi sert bir tonda. “Savaş hala devam ediyor.”

“Öyle…” Tebessüm etti.

“Beni dinliyor musunuz?”

Onu geçiştirdiğimi anlamıştı. “Affedersiniz,” dedim utanarak.“Şu sıralar tamamen kopmuş bir haldeyim.”

“Keşke ben de sizin gibi kopabilseydim.”

Kalbim hızla atmaya başlamıştı, stresten elim ayağım birbirine dolaştı. “İşten yeni çıktım. Bu aralar fazla mesaiye kalıyorum. Ondan herhalde. Kendime gelemiyorum.”

“Saat on iki, mesai bitimine çok var. Öğle arasına çıkmış olmayasınız?”

Sözlerinde bir iğneleme sezmiştim. Ya da bana öyle gelmişti. Kafenin dışına bakarak sahiden öğlen mi diye kontrol etmek istedim. Tuhaftır ki perdeler tamamen örtülmüştü. Dışarıyı görmenin imkânı yoktu. Işıklar karanlığı bastırmak istermiş gibi sonuna kadar açılmıştı. Zihnim bir çöp kovasından farksızdı.

“Sahi,” dedim yalandan. “Kafam karıştı birden. Öğlen tabii, kahve içmeye geldim ve birazdan döneceğim.” İşi şakaya vurdum. “Yolu bulabilirim, umarım.”

Kız güven vermek ister gibi, “Dışarı çıkınca ferahlarsınız,” dedi. “O zaman eminim ki yolunuzu bulabilirsiniz.”

Kafamı salladım. “Doğru.”

“İsminiz nedir?” diye sorduğunda bir an afalladım. “A, doğru ya!” dedi kız. “Umut. Daha demin söylemiştiniz.”

Umut. İçimden tekrar ettim. “Ya sizinki?” diye sordum, düşüncelerimi dağıtmak ister gibi. 

“Umut benim de,” dedi. “İnanır mısınız, bu isme çok değer veriyorum. Savaşta anne ve babamı kaybettim. Büyükşehre taşınalı beş on sene olmuştur ama benim için her şey sanki dün yaşanmış gibi… Sıcak yataklarımızdan kaldırıldık ve memleketimizi boşaltmamız istendi. Ailem karşı çıkınca da gözlerimin önünde… vuruldular!” İçim bir tuhaf olmuştu. Kız bakışlarını benden ayırmadı. “Babam kanlar içinde yerde yatarken dudaklarından bir kelime döküldü. Tek bir sözcük! Umut… Sizce o an bana mı seslenmek istemişti yoksa umut etmekten mi söz ediyordu?” Omuz silkti. “Bunu asla bilemeyeceğiz.” 

“Zor şeyler yaşamışsınız.”

“Fenaydı gerçekten!” dedi hisli bir sesle. “Art arda patlayan silah sesleri beni öylesine dehşete düşürdü ki şimdi bile bir balon patlaması duysam ağlayacak hale gelirim. O gün dizlerimin bağı çözülmüştü. Yerimde çivilenmiş gibi duruyor, hareket edemiyordum. Çığlık atmak istesem de atamıyordum. Sesim içime kaçmıştı anlayacağınız. Evdeki eşyaları onlara fırlattım. Bu benim acımı dile getirme yöntemimdi. Her ne kadar zararsız nesneler olsa da onları öfkelendirmeye yetmişti. Suratımdaki yarayı da o zaman yaptılar, görüyor musunuz?”

Yarası görülmeyecek gibi değildi. Suratını boydan boya çizmişlerdi. Kıvırcık saçlarını öne getirdi. “Ölmekten korkmak ayıp mıdır sizce?” Soruyu kendisi cevapladı. “Belki de… En azından öyle sayılmalı. Ölüm korkum ağır bastığı için ailemin vefatına ancak günler sonra ağlayabildim. Büyükşehre getirildiğimde gidecek yerim yoktu. On altı yaşıma yeni girmiştim. İş güç de bilmezdim. Anlayacağınız sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Karın tokluğuna ne iş olsa yaptım, bazıları gayri ahlaki olsa bile… İyi insanlarla da tanıştım. Üniversiteye gittim, okudum, bitirince meslek sahibi oldum. Şehrin gözde bankalarından birinde işe girdim. E, geldiğim yer yükselmemde köstek olmadı da diyemem şimdi ama olsun. Sıradan bir hayatım vardı. Eski hayatımdan geriye yalnızca suratımdaki şu iğrenç yara izi kalmıştı.”

“Şehirden hiç ayrılmadınız mı?”

“Memleketimi görmek için mi? Hayır, bazı şeyleri geride bırakmak daha doğru olur diye düşündüm. Bankadan apar topar götürülene kadar benim için her şey normal gidiyordu. Sıkıcı, düzenli, tipik bir memur hayatıydı.”

“Ne için götürdüler sizi?”

“İlk başta söylemediler. Tek masalı, iki sandalyeli bir odada saatlerce bekletildim. İşkence odalarını duymuş muydunuz? Neyse… Sağdan soldan çığlık sesleri yankılanıyordu. İçli içli ağlamalar, bağırmalar, tak tak sesler… Tanıdığım birini duyacağım diye ödüm kopmuştu. Ellerimle kulaklarımı kapatsam da sesleri susturamadım. Odada bir saat vardı, tam olarak ne kadar süre tutulduğumu söyleyebilirim. Saat üç sularında getirildim. Akşam altı gibi de çıkartıldım. On beş saat boyunca nasıl bir haletiruhiye içinde olduğumu hayal dahi edemezsiniz. Ya gelseler bir türlü, gelmeseler bir türlü…”

Tik tak… Ses beni olduğum yerden sıçratmıştı. Değişen ruh halim, etrafıma tedirgin gözlerle bakışım ona garip gelmemiş olacak ki tek laf etmeden anlatmayı sürdürdü. “Nihayetinde bu bekleyiş beni öylesine bunalttı ki kanımı akıtmalarını yeğledim. İri kıyım iki adam geldiler, bana burada oluşumun asıl sebebini açıkladılar. Bankaya sızmalarına, yani tabiri caizse çalıştığım yeri hortumlamalarına yardımcı olmamı bekliyorlardı. Asla yapamazdım! Asla! Mümkün mü böyle bir şey? Senelerce ekmeğini yediğim işyerimdi orası benim. Hayatımı düzene sokmak ve insan gibi yaşamak için verdiğim onca mücadeleden sonra tüm bunları mahvedemezdim. Bunu onlara açıklamak istedim. Bana sadece güldüler, hatta bir tanesi neredeyse gülmekten katılacaktı. Susup sesleri dinlettiler, sanki daha önceden sağırmışım gibi. Bir an korkudan aklım uçtu zannettim. İnsan delirdiğini nasıl anlar, biliyor musunuz? Tabii ki, kafasının içi tüy gibi hafiflediğinde… O an aklımdan geçenleri anlatsam saatler sürer bu konuşma. Bütün hayatım suratıma tokat gibi çarptı. Sanırım en doğru bu şekilde ifade edebilirim. Sustuğum için bir dayak yedim ki ne sizin sorun ne de ben söyleyeyim. Bir şekilde dayanmaya mecburdum. Yerde yüzükoyun yatarken tek düşünebildiğim buydu.”

Nefesi kesilmiş gibiydi, anıları canlanmıştı. Soluklanınca, “En sonunda beni dövmekten bıkıp başka bir şey denemeye karar verdiler,” dedi. “Beyaz bir odaya kapatıldım. Her yer beyaz… Tavanlar, duvarlar, yerler… Etraf öylesine sessiz ki nefes alışverişlerim ve odada attığım adımlar kulağıma gürültü gibi geliyor.  Tuvalet dipte, beyazlıktan zor seçiliyor. Yatağım da var, hastane yatağına benziyor. Floresan lamba tepede, ışığı gözümü alıyor. Kapının varlığıyla yokluğu bir, hatta bazen elimle yoklayarak bulmaya çalıştığım oluyor. Aşağıda ufak bir bölme var, oradan yemek veriyorlar. Kâse kaymak gibi beyaz, yemek genelde pirinç pilavı, su da fincanın içinde… Ah benliğini yitirir insan! Ayda… Evet, evet! Ayda bir defa beni o boş odaya götürüyorlar, ama ağzımı açıp konuşma cesareti gösteremediğimden geri eski yerime dönüyorum. Her seferinde gözlerimi bağlıyorlar, iki odadan ibaret dünyam. Git, gel… Başka bir eylemim yok. Saati sorgu odasında görebiliyorum. O da fazla işime yaramıyor. Mevsimler değişti mi, kaç gün, kaç ay geçti, beni arayıp soran oldu mu belli değil. Karlar içinde unutulmak gibi… Ben çocukken bizim oralarda şöyle bir hikâye anlatılırdı: Beyaz montlu, sarışın bir kadın kayak yaparken karların içine düşüyor. Onu aramaya gelenler kadını bir türlü bulamıyor. Sonra kadının kaldığı otelin çalışanları, oteldeki misafirler ve güvenlik ekipleri öldüğünü farz edip onu aramaktan vazgeçiyorlar. Kadının bedeni ancak karlar eriyince ortaya çıkıyor. Ama onu görenler tanımıyor. Kadın tek başına tatile çıkmış, bıraktığı şehirde bir ailesi veya ahbabı yokmuş ve en fenası da mevsim değişip herkes evine döndüğü için kadını tanıyan kimse çıkmamış. Kadın da karların arasında unutulduğuyla kalmış. Hiç olmuş yani.”

“Korkunç bir tecrübe yaşamışsınız.” İliklerime kadar titremiştim. “Nasıl çıktınız peki?” diye sordum, tedirgin bir sesle.

“Çıkmak?” dedi kız acı acı gülümserken. “Çıkmadım ki… Hala daha beyaz odadayım.”

Tüyler ürpertici bir cevaptı. Kız sağ yanağına dokununca istemsizce onu taklit ettim. Bir yara… Onunki gibi bir yaram vardı. “Senin yüzün,” dedim dehşet içinde. Kız başını iki yana salladı.

“Hayır, senin yüzün.”

“Ne demek istiyorsun?”

“En büyük korkum silinip gitmekti. İsmimi, hayat hikâyemi, neden burada tutulduğumu unutmaktı. Umut sahiden hiç mi kendine gelemiyorsun?”

“Sen aklını kaçırmışsın!”

Sesim kafenin içinde yankılandı ama ne tuhaftır ki bir kişi bile dönüp bakmadı.  Ayaklandım, kaçıp saklanmak istedim. O esnada dikkatimi çeken kafedeki diğer insanlardı. Suratları yoktu. Bedenleri, cisimleri, demek istediğim maddesel olarak varlardı ama siluet halindeydiler. Kafenin kapısı da gözükmüyordu. Etrafımdaki nesneler onlara baktıkça silikleşiyordu. Hayal gücüm tıkanmıştı, yutulduğumuz beyazlığın içinde ikimizden başkasına yer yoktu artık. Varlığım da meçhuldü.  Ya bir insandım ya da bir insanın beynindeki düşünce… Elimle vücudumu yokladım. Sanırım insan olan bendim. Kızsa bir düşünceden ibaretti.

“Ne zamandır bu odanın içindeyim?”

Sorumu tereddütsüz yanıtladı. “Sekiz kere çağrıldık. Sekiz ay.”

“Adım Umut. Kaç yaşımdayım peki?”

“Pek yakında yirmi dört.”

“Bankada çalışıyordum. Sonra beni buraya hapsettiler. Tamam! O kadarını idrak edebildim. Hangi üniversiteden mezun oldum, söylesene? Söz ettiğin iyi insanlar kimdi? Evli ya da nişanlı mıydım? Çocuğum var mıydı? En sevdiğim yiyecek neydi? İçecek, peki? Arkadaşlarım var mıydı? İsimleri neydi? İş dışında neler yapardım? İyi bir insan mıydım? Çevremdekiler beni sever miydi?”

Delirmiştim, kendimi asla sakinleştiremiyordum. O ise, “Sana öz benliğini hatırlatmak için geldim buraya,” dedi yumuşak bir sesle. “Renkleri senden alamazlar, onlar hep varlar. Umut baban öldüğünde gördüğün renk neydi?”

“Kırmızı. Ancak zihnimde canlanmıyor.” 

“Acele etme. Kanın rengi zihninde belirecek. Odada dayak yediğin anı hatırla, dudağına değen metalik tadı hissedebiliyor musun?”

“Dilimin ucunda toplanmış gibi.”

“Eski evinde odalara sinmiş kokuyu anımsa şimdi de. Kokusu… Pis bir kokuydu! İçine siner böylesi.” 

“Evet… Bastırılması güç.”

“Suratını kestiklerinde elinle yüzüne dokunmuştun ve kan bulaşmıştı. Yapış yapış. Yıkamakla zor geçiyor, su kadar akışkan değil.”

“Tamam! Tamam!”

“Seni beyaz duvarlara hapsedebilirler. Üstünü başını beyazla değiştirebilirler. Ama kanının rengini değiştiremezler. Kokusunu ve kıvamını da… Sen de kanatabildiğin kadar kanat kendini. Nabzın atıyor, kalbin de. Küt küt! Demek ki ölü değilsin. Seni unutturmalarına izin verme.”

Gözlerimi açınca çevreme bakındım. Ayaklanıp odanın içinde üç beş adım attım. Kapının altındaki bölmeye koydukları fincanı tuttuğum gibi duvara fırlattım. Keskin parçasıyla derimi kanattım. Duvarlara bıkmadan, usanmadan aynı şeyi yazdım. 

Umut!

İnsandım ben. Vardım. Ve hala daha bu beyaz odadaydım.